Bu Blogda Ara

1 Kasım 2010 Pazartesi

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK / KASIM 2010

Bu yazı Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Dergisinin Kasım 2010 sayısında yayımlanmıştır...

 



BİR BÜYÜK TÜRK, MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
            
Kimliğine, rengine, dinine, diline bakılmaksızın tüm fanilerin yol aldığı ve nihayetinde buluştuğu, buluşacağı ortak adresin adıdır ölüm… Hiçbir yaratılanın değiştiremediği ve hiçbir fani için değiştirilemeyen bir olgudur ölüm… Her ne kadar insanların çoğu, yaşamanın sonu olarak değerlendirse de aslında sonsuzluğun başlangıç noktasıdır ölüm…

Yıl 1881…
Selanik’te bir Milletin yeniden şahlanış hikâyesinin Başkahramanı dünyaya ayak basıyordu. Kökleri Karaman Beyliği’ne, Türkmen Boylarına, uzanan bir Yörük Evladı, bir Türkmen Beyi…

20. yüzyılın henüz başlarında Türk Milleti tarihinin en kara dönemlerinden birini yaşamaktadır. Asırlara meydan okuyan, asırlara hâkim olan ve hükmeden Türk Milleti bir varlık-yokluk ikilemi içerisindedir. 40 yiğitle Çin sarayını basan, Bizansı ortadan kaldıran, Kostantinapolisi İstanbul yapan, Viyana’nın kapılarına dayanan 3 kıtada yedi denizde sancak dalgalandıran ceddin torunları, yeni bir Kürşad, yeni bir Fatih beklemektedirler, küllerden doğmak, maziye dönmek için…

İşte 1881 yılının adı bilinmeyen bir gününde Altın sarısı saçları, gök mavisi gözleriyle bozkurt duruşlu, bozkurt bakışlı bir yiğit bekleyenlere müjde olarak gönderilir Yaradan buyruğu ile… Babası Ali Rıza Efendi küçük bir bebek iken bir kaza ile beşikten düşerek ölen kardeşinin ismini verir evladına; Mustafa…

Daha ilkokul yıllarında babasının vefatı sonrasında sarsıntılı bir çocukluk dönemi geçiren Mustafa Kemal yaşadığı her sıkıntıdan biraz daha güçlenerek çıkar.

Askerlik mesleğine olan sevdası ile annesinin itirazlarına rağmen önce Manastır Askeri İdadisi’ni ve sonrasında da Mektebi-i Harbiye-i Şahane (Kara Harp Okulu)’nu bitirerek 1902 yılında Teğmen rütbesiyle mezun olur. Ardından Erkan-ı Harbiye Mektebi'ne (Harp Akademisi) devam eder ve 11 Ocak 1905'te Kurmay Yüzbaşı rütbesiyle mezun olur.

Öğrencilik hayatı neticesinde Bir Osmanlı Askeri olarak göreve başlayan Mustafa Kemal Osmanlı coğrafyası üzerinde batıdan doğuya kuzeyden güneye birçok yerde çeşitli görevlerde bulunmuştur. Balkan Savaşlarında ve 1. Dünya Savaşı’nda çeşitli cephelerde mücadele etmiş, bu görevleri esnasında gösterdiği başarılar ile hem yakın çevresinde hem Padişah nezdinde büyük takdir toplamıştır. Balkan savaşları sırasında Yarbay, 1. Dünya Savaşı esnasında ise önce Albay ve sonrasında da Tuğgeneral rütbelerine yükseltilmiş ve böylece Paşalık unvanını almıştır.

Birinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı sonuçlar Osmanlı Devleti’ni adeta yok olmanın eşiğine getirmişti. Yapılan anlaşmalar Osmanlı aleyhine çok ağır hükümler içeriyordu. Mustafa Kemal ve birçok yakın arkadaşı yapılması gerekenin Anadolu’dan başlayarak yeni bir Milli Direniş hareketinin başlatılması olduğunu düşünmekteydi. Bu doğrultuda 19 Mayıs 1919 tarihinde Padişah fermanıyla birlikte silahlanan Türkleri silahsızlandırmak ve Hristiyan vatandaşları korumak amacıyla geniş yetkiler ile Samsun’a gönderilmesi ile bu amacına doğru yol almaya başlar.

Sonrasında Milli Mücadele dönemi başlar. Şehir şehir özgürlük mücadelesine başlamış olan Türk Milleti Mustafa Kemal önderliğinde tek çatı altında toplanır. Onun Milletine olan bağlılık ve sevdası, Askeri ve Siyasi dehasıyla birleşince ve Türk Milleti de bu mücadeleye ortak edilince olmaz denilenler olur mucizeler gerçekleşir. Misak-ı Milli sınırları içinde ülke bütünlüğünü korumak, milli egemenliğe dayalı, tam bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak için Büyük Millet Meclisi tarafından yönetilen, çok cepheli bir savaş başlar. Tarihte eşine zor rastlanacak bir mücadeledir bu, Allah’ın yardımı ve Tür Milleti’nin mücadele gücü ve Mustafa Kemal Atatürk’ün zekâsı ile başarıya ulaşacak bir İstiklal Mücadelesi.

Savaşlar, mücadeleler ardı ardına gelen zaferler ve anlaşmalar. Nihayetinde Hıristiyan-Avrupa amacını kısmi olarak da olsa gerçekleştirmiş 600 yıllık Cihan Devleti yıkılmıştır. Ancak Türk Milleti’ni Anadolu’dan söküp atma veya en azından esaret altında tutma girişimi hayal kırıklığı ile sonuçlanmıştır. Kendisine layık Liderlerle tarih boyunca destanlar yazan Türk Milleti, 20. Asrın başında yine bir Lider önderliğinde yeni bir destan yazmıştır.

23 Nisan 1920’de Ankara’da TBMM kurulur, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilir ve yeni Türk Devleti’nin adı ve yönetim şekli TBMM’de görüşülerek resmen ilan edilir; Türkiye Cumhuriyeti Devleti…

Mustafa Kemal’in Selanik’te başlayan yolculuğu Ankara’ya kadar uzanmıştır. Bu yolculuk Türk Milletine duyduğu sevda ile Ülkülerinin ardına takılan ve bu yolda, zekâsı, çalışkanlığı, azmi ile önüne çıkan her engeli aşan, başarısına, mutluluğuna, kavgasına milletini de ortak eden bir liderin, bir Türk Milliyetçisinin, bir Ülkücünün, bir Mustafa Kemal Atatürk’ün yolculuğudur.

Atatürk Ülkücü bir liderdir. Atatürk’ün en büyük Ülküsü, Türk Milletinin “En medeni ve refah seviyesi yüksek bir millet olarak varlığını yükseltmek” olmuştur.

Bencil değildi, yaptığı ve başardığı işlere hep yanındakileri ve Milletini ortak etti.

Atatürk’ün en önemli özelliği vatanseverliğiydi. Vatan savunması sırasında her türlü fedakârlığın gösterilmesi gerektiğine inanmış ve bu doğrultuda defalarca ölümlerden dönmüştür. Ona Çanakkale’de Anafartalar Kahramanı denilmesi vatan savunmasındaki gözü karalığının bir sonucudur.

Belli bir çalışma disiplinine bağlı olarak ve acelecilik etmeden sabırla çalışırdı. Yapacağı şeyleri iyice irdeler ve son aşamada uygulamaya geçerdi.

Atatürk olayları tahlil etme noktasında yaradılıştan gelen bir yeteneğe sahipti ve bu da ona ileri görüşlülük dediğimiz bir vasıf veriyordu. Örneğin Sovyetler Birliği ile ilgili olarak söylemiş olduğu şu sözler bu vasfın ürünüdür. “Bu gün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yakında ne olacağını kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Bu gün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprüleri sağlam tutarak… Dil bir köprüdür; tarih bir köprüdür, inanç bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimiz içinde bütünleşmeliyiz. Onların bize yaklaşmasını ekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekir.

Ömrü boyunca uykuyu hiç sevmedi, onu boşa harcanmış zaman olarak değerlendirdi ve gecelerini çalışmayla geçirdi. Cephede savaşırken dahi elinden bırakmadığı kitaplar onun en yakın arkadaşlarıydı. Ömrü boyunca çeşitli dillerde 4000'e yakın kitap okumuştur. Çocukluğunda başlayan kitap tutkusu, savaş zamanı cephede bile sürdü. Sırtından üniformayı çıkarıp sivil hayata geçince okumaya ayırdığı zaman daha da arttı. 'Kitap okumasaydım bu yaptıklarımın hiçbirini yapamazdım' diyordu.

Atatürk açık sözlü bir liderdi, doğru olanı söylemekten asla çekinmezdi, yapacağı işlerde de hep istişarelerde bulunurdu. “Ben düşündüklerimi, daima halkın huzurunda söylemeliyim, yanlışım varsa halk beni tekzip eder.”

Atatürk gerçeği aramayı, gerçeği araştırmayı ve gerçeği konuşmayı severdi. Bu doğrultuda akıl ve bilimi önemserdi. Karşılaştığı olaylara bir bilim adamı tarafsızlığı ile bakar ve doğru olanı, gerçek olanı bulmaya çalışırdı. “Akıl ve mantığın halledemeyeceği mesele yoktur.” derdi.

Atatürk hem iyi bir fikir adamı, hem iyi bir askerdi. İyi bir teorisyen ve iyi bir uygulayıcıydı. Eğitime önem verirdi kendisine ait bir Geometri kitabı vardır, yine birçok kelimenin Türkçeleştirilmesinde de birebir rol almıştır.

O bir Liderde olması gereken vasıfları tamamıyla taşıyordu. Milletinin değerlerini bilen ve sahiplenen muhafazakâr yapısıyla beraber, çağın gelişmelerinden de haberdar olan çağdaş bir insandı. İnsanlarla ilişkilerde önyargısız, nazik bir bey efendi, mantıklı, çalışkan bir asker dürüst ve açık sözlü bir insandı.

Ölümünün ardından gerek yurt içinde gerekse yurt dışında yayınlanan mesajlara ve verilen demeçlere baktığımızda onun büyüklüğünü daha iyi anlıyoruz. Aradan geçen onca yıla rağmen halen sözleri, ilkeleri dünyanın birçok köşesinde benimseniyor, insanlara öncülük ediyor.

"İki Mustafa Kemal vardır. Biri ben, fani Mustafa Kemal; diğeri milletin içinde yaşattığı Mustafa Kemaller idealidir. Ben onu temsil ediyorum. Herhangi bir tehlike anında ben ortaya çıktımsa, beni bir Türk anası doğurmadı mı, Türk anaları daha nice Mustafa Kemaller doğurmayacaklar mı? Feyz milletindir, benim değildir."

Benim yaradılışımda bir fevkalâdelik varsa, o da TÜRK olarak dünyaya gelmemdir.”

“Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümit etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine, yüksek sahne oldu. Bu sahne 7 bin senelik, en aşağı bir Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgârlarıyla sallandı. Beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurlarıyla yıkandı. O çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvela, korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları tabiatın babası tanıdı onların oğlu oldu. Bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; Türk oldu. Türk budur. Yıldırımdır. Kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.

       Ve 1881’de dünyaya ayak basan bu yiğit Türk 57 yıllık destansı bir hayatın ardından bundan 72 yıl önce 10 Kasım 1938 tarihinde Hakka yol alarak ayrıldı bu cihandan. Giderken de ardında çağlar boyu var olacak koca bir miras bıraktı. Mirasına ve emanetine hakkıyla ve layıkıyla sahip çıka bilmek duasıyla…

           Ruhu Şad, Mekânı Cennet olsun…

1 Ekim 2010 Cuma

KAPİTALİZM DEDİKLERİ... / EYLÜL 2010

Bu çalışma Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Dergisinin Eylül 2010 sayısında yayımlanmıştır...


KÜÇÜK AMERİKA MI OLUYORUZ ?
YOKSA OLDUK MU ?

Öncelikle cevaplanması gereken soru şu; “Kapitalizm” dedikleri nedir?

Her ihtiyaç duyduğumuzda bir tık uzağımızda olan ve her sorumuza bir yanıt bulduğumuz “Türk Dil Kurumu” tarafından sözlüklere konulan tanımlar şöyle;

Kapitalizm; 
- “Anamala(sermaye) dayanan ve kâr amacı güden üretim düzeni”
- “Üretim araçlarının anamalcı(sermaye sahibi) sınıf üyelerinin iyeliği(sahipliği) altında olduğu toplumsal düzen.”

Kapitalist sistem;
- "Üretim araçlarının sahipliğinin ve denetiminin, kârını ençoklamak amacındaki özel kesimin elinde olduğu, özel mülkiyet, girişim özgürlüğü, seçim özgürlüğü, iktisadi rasyonellik, sınırlı devlet ve serbest rekabete dayalı iktisadi ve sosyal sistem."
- "Stalin’in tanımladığı beş toplum biçiminden biri olup, üretim araçları mülkiyetinin kapitalist sınıfın elinde olduğu, ücretli emeğe dayalı toplum."

İnsanoğlunun dünyaya ayak basması ve toplumsal yaşama geçiş ile birlikte insanlar arası mücadeleler, çıkar çatışmaları, kavgalar ve savaşlar baş göstermiş, Habil ve Kabil arasındaki kardeş kavgası ile başlayan bu insanlar arası mücadele ortamı o günden bugünlere hiç hızını kesmeden devam edegelmiştir ve bugün artık söz konusu bu durum had safhaya ulaşmıştır.

Tarihsel sürece baktığımız vakit, bugün emperyalizm olarak isimlendirdiğimiz olgunun aslında çok eski zamanlarda da (bugünkü anlamıyla olmasa da) var olduğunu görebilmekteyiz. Kendisi dışındaki toplumları, hor gören, aşağılayan, sömürenler bugün olduğu gibi dün de var olmuşlardır. Her seferinde vurguladığımız gibi Emperyalizm son bir kaç yüzyıldır eski mücadele silahlarını kullanmakla beraber yeni savaş metotları geliştirmeye devam etmektedir. Özellikle Cumhuriyetin ilanı ve merhum Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatı ile Milletimizin tüm bireyleri, Devletimizin tüm kurumları tıpkı Osmanlı'nın son döneminde olduğu gibi emperyalist bir kuşatma ile karşı karşıya kalmıştır. Farklı isimlerle perdelenen fakat ortak amaçlara yönelen, Komünizm, Kapitalizm gibi sözde ekonomik ve sosyal sistemler aracılığı ile söz konusu bu saldırılar gerçekleştirilmiştir ve milletimizle birlikte birçok diğer toplumlar bu şekilde öz değerlerinden uzaklaştırılmış, maddi ve manevi yönden esaret altında tutulmaya çalışılmıştır.

Yazımızın konusu olan kapitalizm işte emperyalizm dediğimiz o karanlık elin bir aracı ve uzantısı niteliğindedir. Şöyle ki; kapitalizm dediğimiz sistem insanları, toplumları; öz kültürel ve insani değerlerinden uzaklaştırarak tıpkı komünizm veya materyalizmde olduğu gibi maddeye adeta tapan ve manevi değerlerden yoksun olan birer varlık haline getirmektedir.

Kapitalizmin Türkiye’deki Gelişimi
Bizim Cumhuriyetin ilk yıllarını yaşadığımız günlerde ve öncesinde dünya genelinde etkili olan birçok ekonomik ve sosyal sistem vardır. Bu ortamda Memleketimizde özellikle Komünist(Sosyalist), Kapitalist (Liberal) kutuplar ortaya çıkmıştır.

Yapılan çalışmalar, araştırmalar ve önemli fikir adamlarının da etkileri ile bu ve benzeri sistemlerin milletimizle uyuşmadığı ve bu nedenle Türk Milleti’nin ve Türk Devleti’nin ihtiyaçlarına cevap veremeyeceği yönünde bir görüş ağırlık kazanmıştır. Söz konusu Fikir adamlarının en önde geleni Ziya Gökalp’tir. Devletimizin kurucusu ve Milletimizin banisi Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Ziya Gökalp hakkında şöyle demişti; “Etimin ve kemiğimin babası Ali Rıza efendi ise, fikrimin babası da Ziya Gökalp'tir.”

Bu doğrultuda Ülkemizde en başta Ziya Gökalp tarafından savunulan ve Solidarizm (tesanütçülük, toplumculuk, dayanışmacılık) şeklinde ifade edilen fikir, birçok alanda olduğu gibi, ekonomik anlamda da Türk ekonomik sisteminin temel taşı olmuştur.

Bu çerçevede Cumhuriyetimizin ilk yıllarında bizzat Atatürk önderliğinde ve Ülke genelinde kamu hizmeti anlayışı gelişmiş, temel hizmetlerin sunulması ve stratejik konuların gerçekleştirilmesi konusunda birçok adımlar atılmış, aynı zamanda özel sektörün desteklenmesi ve canlanması yönünde çaba sarf edilmiştir. Devlet ve Millet eliyle ortak bir ekonomik hayatın var edilmesi için yürütülen bu çalışmalar, 1940’lı yıllara kadar devam etmiştir.

Memleketin her köşesinde milli ekonominin yeniden kurulmasına, canlanmasına ve bütün bir Milletin mamur kılınmasına yönelik girişimler hızla devam ederken 1940lı yıllardan itibaren emperyalistlerin baskısı ve iktidar kaygısı ile kendi yandaşlarını ve yalakalarını korumak, kollamak, maddi ve manevi yönden desteklemek, kendi zenginlerini var etmek gibi bir kötü fikir ortaya çıkmıştır. Ne yazıktır ki o gün ortaya çıkan bu yanlış ve zehirli fikir bir daha memleketimizi terk etmemiştir ve bugün gazetelerde okuduğumuz, televizyonlardan izlediğimiz ve daha birçoğunu bilmediğimiz kirli bir çark dönegelmiştir.

Durum bu olmakla beraber Cumhuriyet tarihi boyunca Milletimizin emperyalist-kapitalist saldırıya en fazla maruz kaldığı dönem şu son yıllardır şüphesiz. Mevcut iktidar ABD eğilimli bir siyasetle memleketimizi her gün biraz daha kapitalistleştiriyor. Her fırsatta ABD’ye duydukları hayranlığı dile getiriyorlar. ABD deyince akla gelenler neler; süper güç, zenginlik vb. gibi şeyler değil mi?

Gerçek durum akla gelenden çok farklı: Resmi rakamlara göre Amerika’da yaşayan 50 milyonun üzerinde insan sefalet içerisinde hayatını sürdürüyor. Yani toplam nüfusun yüzde yirmisini aşan bir oranı aç ve sefil bir halde. İşte İktidar sahiplerinin ve ne yazık ki çaresiz birçok insanımızın hayranlık duyduğu gıpta ederek bahsettiği, gidip oralarda yaşamayı hayal ettiği, dünyanın en büyük Kapitalist ülkesi ABD, işte bu halde.

Peki, Kapitalizm bizlere ne getirmiş? 
  • En başta Kapitalizm memleketimize ekonomik ve sosyal bir eşitsizlik getirmiştir. Özellikle son bir kaç yılda Türk Milleti’nin mensubu olan işçi yoksullaşmıştır, memur yoksullaşmıştır, çiftçi yoksullaşmıştır. Bu ortamda birileri çıkıp da diyor ki; "biz fert başına düşen geliri 10 bin dolar olan bir Türkiye vaat ettik. Bunu şimdiden yakaladık." Peki, şimdi biz soralım da artık kim cevaplarsa cevaplasın: “Vatandaşın başına düşmeyen, bu 10.000 dolar kimin başına düştü.” 
  • Kapitalizm milletimizi birbiriyle savaşır hale getirmiştir. Bugün artık memleketimizde insanlar; aş için, iş için, sağlık, eğitim, güvenlik gibi temel gereksinimler için birbiriyle savaşmakta birçok defalar bu dünyevi ihtiyaçlar için başkalarına zarar vermekteler. Zengin lüks içerisinde yaşayıp giderken zengin olmayan en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamaz halde, sonuç olarak bu durum toplumsal uzlaşı ve uyumu bozmakta... 
  • Kapitalizm Türk Kültüründe ve İslam Dininde Vatandaşını korumak ve kollamakla görevli ve yükümlü olan Devleti adeta para kazanmak için açılıp kapatılan bir dükkâna çevirmiştir. Eğitim parayla, adalet parayla, sağlık parayla. Parası olmayan okuyamıyor, parası olmayan hakkını arayamıyor, parası olmayan tedavi olamıyor, olsa da bir yerlerde mahsur kalıyor. Vatandaş devletine düşmanlaşırken, devlet vatandaşından uzaklaşıyor. Düşünsenize Devletine baba sıfatıyla hitap eden bir millet devletine küfreder olmuş... 
  • Kapitalist sistem Vatan mefhumunu ortadan kaldırmaktadır. Milli ve manevi dünyamızda kutsal kabul ettiğimiz Ata diyarları, Ana dediğimiz Vatan toprakları sanki önemsenmez, özlenmez, sevilmez olmuştur. Elbette ki bu sevdayı içinde taşıyanlar halen mevcuttur, peki ya bugünkü ve yarınki nesillerde var mı, olacak mı bu sevda? 
  • Kapitalist sistem denge unsuru olan devleti bir kenara iterken, insanı insana kul etmiştir, köle etmiştir. İşverenle çalışan arasında hoş görüye ve karşılıklı sevgi ile saygıya dayalı bir insani ilişkinin mevcudiyeti ortadan kalkmış adeta, düşmanca bir menfaatçılık ortaya çıkmıştır. 
  • Kapitalist sistem Milli ekonomiyi yok ederken ortaya çıkan boşluğu gayri millî unsurlarla doldurmuştur, doldurmaktadır. Devletin elinde bulundurması gerekmeyenlerle birlikte bulunması gerekenler de elden çıkarılmış ve milleti fakirleştiren oyun devlet için de sahnelenmeye başlamıştır. 

İşte kapitalizmin bize getirdikleri ya da bizden götürdüklerine bir kaç örnek. Listede eksikler olduğu kesin, peki yanlış var mı sizce?

Netice olarak kapitalizm bizi insani değerlerimizden etmiştir ve etmeye devam etmektedir.

Misal mi? Yüzde doksanının Müslüman olduğu söylenen, 70 Milyonu aşan nüfuslu Türklerin ülkesinde;

  • Kaç zengin “Zekâtını hakkıyla veriyor?”
  • Kaç insan “Komşusu açken tok yatamıyor?”
  • Kaç işveren “İşçisinin teri kurumadan emeğinin karşılığını veriyor?”
  • Kaç çalışan “Alacağı parayı değil de Milletine vereceği hizmeti, kazancının helalliğini düşünüyor?”
  • Kaç vekil “Tekrar seçilmek için değil de hizmet için konuşuyor, çalışıyor?”
  • Kaç kişi “Menfaatleri için değil de Allah rızası için bir iş yapıyor?”
Bu soruların cevabında Emperyalizmin araçlarından Kapitalizmin getirdikleri de götürdükleri de var.

Böyle gelmiş, böyle giderse ne olur?

Yandaşlar, yalakalar; şirketlere, kurumlara; müdür olur, müsteşar olur, başkan olur...

Emre uyan yoldaşlar, paralı pullu arkadaşlar; vekil olur, bakan olur...

Oy veren vatandaşlar unutulur, vermeyip tepki koyanlar mahkeme salonlarında, emniyet koridorlarında ağırlanıp, topa tutulur...

Milleti bu kadar zorlarsan, toplumsal cinnet olur...

Yine de ümitsizlik yok. Ne olursa olsun, sonuçta Hak, Hukuk, Adalet ne ise işte o olur...

10 Temmuz 2010 Cumartesi

TERÖRE DAİR... / 10.07.2010

Bu çalışma Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı'na ait http://www.ulkuocaklari.org.tr/ sitesinde yayınlanmıştır...


BU TERÖR, BİTMEZ BÖYLE GİDERSE

Türk Dil Kurumu’nun terör, terörist ve terörizm tanımı şöyle;

·      TERÖR           ; Yıldırı, Yıldırma, cana kıyma ve malı yakıp yıkma, korkutma, tedhiş.

·     TERÖRİST      ; Yıldıran kimse veya şey. Bir siyasi davayı zorla kabul ettirmek için karşı tarafa korku salacak, cana ve mala kıyacak davranışlarda bulunan kimse, yıldırmacı, terörcü, tedhişçi, yıldırıcı.

·  TERÖRİZM    ; Siyasal bir hedefe ulaşmak amacıyla devlete, halka veya bireylere karşı şiddet eylemlerine başvurma. Bir siyasi davayı zorla kabul ettirmek için karşı tarafa korku salacak, cana ve mala kıyacak davranışlarda bulunma, terörcülük, tedhişçilik, yıldırıcılık.”

Türkçedeki karşılığı "yıldırma, korkutma" olan terör kelimesi Fransızca Petit Robert sözlüğünde "bir toplumda bir grubun halkın direnişini kırmak için meydana getirdiği ortak korku" anlamında yer alırken, Siyasi Terimler ve Örgütler sözlüğünde "kamu otoritesini veya toplum yapısını yıkmak için girişilen korku ve yılgınlık saçan şiddet hareketleri" olarak belirtilmektedir.

3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununun 1.maddesinde ise şöyle tanımlanıyor terör: 
Terör; cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasî, hukukî, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, Devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemlerdir.

Bugün itibariyle ülkemizde yasadışı faaliyetlerine devam eden 12 terör örgütü bulunuyor. Resmi açıklamalara göre söz konusu örgütlerin; 4'ü yasa dışı sol, 3'ü bölücü, 5'i de dini motifli örgütler. Tabi ki ayrılıkçı PKK da bu listeye dahil. Söz konusu örgütlerin 11’ini şimdilik bir kenara bırakalım, şu anki konumuz; PKK.

Memleketin sınırları içerisinde ve yurt dışında,  zihni ve gönlü kirlenmemiş her Türk’ün ve hatta her insanın nefretini hak eden ve kazanan bir köpekler yığını; PKK.

Senelerdir, bir kucaktan, bir başka kucağa oturan, Türk Milletinin düşmanlarına uşaklık ederek devamlılığını sağlayan, bir fahişeler topluluğu; PKK.

Ahlaktan, inançtan ve imandan, sevgiden, şefkatten ve iyilikten nasibini alamamış bir güruhun adı; PKK...

Her türlü hakareti,  beddua ve ahı hak eden fakat kanı beş kuruş etmeyen cehennemliklerin oluşturduğu bu sürü 30 yılı aşkın bir süredir memleketimizin, milletimizin, devletimizin başına bela olmuş ve ne hazindir ki halen devam ediyor bu durum. Elbette ki her yapılanın hesabı sorulacaktır nihayetinde: Bu gün olmazsa yarın, bu cihanda olmazsa öte dünyada...

Yıllardan beri devam eden bu terör her Türk vatandaşının aklında türlü sorular var etmiş bugüne kadar;
Nasıl kuruldu, kim tarafından kuruldu, niçin kuruldu?
Ne istiyor, neyi amaçlıyor, kime çalışıyor?
Hangi devletler ve dış güçler tarafından destekleniyor?
Nasıl oluyor da bunca yıldır devam ediyor?
Bunlar ve daha birçoğu...

Kitaplar dolusu yazılar, saatler alan tartışmalar yapılmış, yapılıyor bu sorulara cevap bulabilmek için. Bu soruların her biri bin bir adet cevap doğuruyor zihinlerde... Herkes kendince cevaplar veriyor, kimisi çözüm için öneriler getirirken, kimisi ise çözümsüzlüğü körüklüyor.

Özellikle son yıllarda yeniden azgınlaşan terör, bugün itibariyle yeniden Türk Milleti’nin birinci gündem maddesi halini almış durumda. Her gün gelen baskın, çatışma ve şehit haberleri Milletimizce PKK’ya ve destekçilerine duyulan kin ve nefreti sürekli arttırırken, sabırları taşma noktasına getiriyor.

Uzun yıllardır devam eden terörle mücadele konusunda günahıyla, sevabıyla, dönemsel ve münferit hataları bir kenara bıraktığımız vakit dik duruşlu ve net tavırlı bir mücadelenin gerçekleştiğini söylemek mümkün olmakla beraber, bugün bu mücadelenin yerini terörle mücadeleden vaz geçerek terörle müzakere yolunu seçen bir anlayış almış durumda. Bu değişimin doğal ve kaçınılmaz sonucu terörün moral kazanması ve güçlenerek daha çok can yakması olarak ortaya çıkıyor.

Geride kalan yıllarda dağları kendine mesken edinen eşkıya topluluğu artık memleketin, caddelerinde ve sokaklarında polise, askere, vatandaşa yönelik terörist saldırılar düzenler oldu. Acaba bugün itibariyle iktidar koltuğunu işgal eden anlayışın kullandığı yol ve yöntemler Terörizmi, PKK’yı yok etmeye mi hizmet ediyor?

Bu sorunun cevabını Sayın Genel Başkanımız Dr. Devlet Bahçeli’nin bir süre önce parti grup toplantısında yapmış olduğu konuşmada bulmak mümkün. Ne diyor Devlet Bey;

"Bugün itibari ile tek başına iktidar olan Adalet Kalkınma Partisi'nin yönetiminde Türkiye 7 yıl 7 ay 19 günü geride bırakmıştır.
Bu süre içinde açlık ve teröre mahkûm edilen milletimiz, AKP Hükümetinin ısrarla sürdürdüğü bölünme çabalarıyla karanlık bir eşiğe getirmiştir.
Cumhurbaşkanı Gül'ün, "Çok güzel olacak" sözlerinin üzerinden 14 ay geçmiştir.
Başbakan Erdoğan'ın 23 Temmuz 2009 tarihinde "İster Kürt sorunu deyin ister Güney Doğu sorunu deyin, ister Kürt açılımı deyin" sözlerini sarfetmesinin üzerinde başlatılan yıkım çalışmalarının üzerinden 11 ay geçmiştir.
İçişleri Bakanı Atalay'ın 12 kötü adamla yaptığı görüşmeden 10 ay geçti.
Habur'dan yapılan girişlerin üzerinden ise 8 ay geçti.

Bugün gelinen noktada terör topluma yayılmıştır...
............
Bu uzun sürenin sonunda gelinen nokta, bölücülüğün azdığı terörün tırmandığı, kanlı saldırıların çoğaldığı, tehdit ve eylemlerin başında topluma yayılmasından başka bir gelişme göstermemiştir.”


Bir kaç yıl önce Diyarbakır’da ifade edilen “Kürt sorunu” söylemi ile, tüm Kürt kökenli vatandaşlarımızın etnik kökenleri itibariyle devletle bir sorunları varmış görüntüsü çizildi.

Ardından “Doğu Sorunu” ifadesi gazete manşetlerinde yer edinmeye başladı ve bu yolla da toplumda tüm doğuda yalnızca Kürt Kökenli insanlarımızın yaşadığına dair yanlış bir algı oluşturuldu. Hâlbuki Diyarbakır, Urfa, Bitlis, Bingöl ve diğer birçok doğu illerimizde yoğun bir şekilde Türkmen, Arap, Çerkez, Zaza nüfusunun mevcut olduğu somut bir gerçek olarak önümüzde duruyor.

Buradan hareketle Türk insanının aklında bir önerme oluşturulmaya çalışıldı;
“Bütün Kürtler devletle sorunludur,
Doğuda sadece Kürtler vardır,
Doğuda yaşayanlar, devletle sorunludur.”

Ulaşılmak istenen amaç Türk Milleti’nin zihninde böyle bir algı oluşturarak, yıllardır gerçekleştirilemeyen doğu-batı, Türk- Kürt çatışmasının zihinsel alt yapısını hazırlamaktır. Neyse ki Türk Milleti henüz bu oyuna düşmemiştir, ancak yapılanlar ve yaşananlar Milletimizi bu karanlık yola her gün biraz daha yaklaştırmaktadır.

Bu gelişmelerle birlikte Türk Halkının ve özellikle Doğu bölgelerimizin en önemli gelir kaynağı olan, tarım ve hayvancılık iktidar eliyle neredeyse yok edildi. Terörün en fazla nemalandığı ekonomik sorunlar ve sıkıntılar adeta körüklendi.

Yine diğer taraftan Terörle Mücadele konusundaki tavizkar tutum, Örgüt elemanlarını, yandaşlarını ve sempatizanlarını cesaretlendirdi, öz güvenlerini arttırdı. Yakalanıp Türkiye’ye getirilirken henüz uçaktan inmemişken süt dökmüş kedi misali usluca yerinde oturan, Türk Devleti’ne hizmet etmek istediğini her fırsatta vurgulayan bölücü başı 2002 yılından bugüne kadar gelen sürecin sonucunda bugün artık Türk Devleti’nin Başbakanına tehdit niteliğinde tavsiyelerde bulunur hale getirildi.

Doğrusuyla yanlışıyla; suçlu olma ihtimalleri mevcut olmakla birlikte, senelerini memlekete hizmet için sarf etmiş kişiler küçücük şüphelerle ve hatalı bir üslupla cezaevlerine konulurken, bölücü başının emriyle ve bölücü örgüt kıyafetleriyle dağdan inenler atanmış yargıçlar eliyle, taşınmış çadır mahkemelerinde, jet hızıyla yargılanıp salıverildiler.

İktidar koltuğunu işgal edenler, Asker dağda teröristle mücadele ederken, kurdukları masalarda teröristleri kontrol edenlerle, destekleyenlerle ve ne yazık ki teröristlerle müzakere eder bir portre çizmekteler.

Saydıklarımız ve benzeri girişimler, fiiller terörizmi körüklemiş, teröristi sevindirmiş ve güçlendirmiştir.

Terörü bitirmenin yolu şüphesiz ki bunlar değildir.

Peki, bizce terör nasıl biter? Tek cümle ile toparlayacak olursak; Teröristle değil de terörle mücadele edilirse terör biter.

Nasıl mı?
Tavizsiz bir askeri mücadele; özel eğitimli, konargöçer, seyyar askeri birlikler.

Terörün içeride ve dışarıdaki siyasi ve lojistik destekçilerine karşı, diplomatik ve operasyonel bir mücadele.

Bölgenin ekonomisini devamlı surette kalkındıracak ekonomik bir plan. Özellikle tarım ve hayvancılığa büyük bir destek.

Kültürel, maddi ve manevi ortaklıkları ortaya koyacak, vurgulayacak, anlatacak, milli birlik duygusunu canlandıracak bir gönül seferberliği harekatı...

Ve son olarak; eğitim, eğitim ve eğitim...

Terörle mücadele sırasında; can vermiş şehitlerimize rahmet, mücadele etmiş gazilerimize minnet, bu kahpeler karşısında büyük Türk Milleti’ne metanet, dua ve temennisiyle...


Ne Mutlu Türküm Diyene...

1 Temmuz 2010 Perşembe

POSTMODERNİZM DEDİKLERİ... / TEMMUZ 2010

Bu çalışma Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Dergisinin Temmuz 2010 sayısında yayımlanmıştır...

AMAÇSIZ ORTAYA ÇIKMIŞ, AMAÇLI BİR FİKİR; POSTMODERNİZM

Bizler, yani Türkler tarihin birçok döneminde dünyaya yön vermiş, tarihin seyrini değiştirmişiz. Ancak ne hazindir ki son bir kaç yüzyıldır, yaşam tarzımızdan başlayarak kültürel, ekonomik, sosyal ve siyasal yapımız emperyalizm kuşatmasıyla karşı karşıya kalmış. Dönemsel olarak kuşatmanın delindiği, geçici zaferlerin kazanıldığı olmuş fakat kimi zaman zafer sarhoşluğuyla kendimizden geçmişiz kimi zaman, miskinleşmiş yerimizde saymışız, sonuç olarak geriye baktığımızda kuşatmayı tam olarak kırabilmiş, saldırıları kesin olarak bertaraf edebilmiş değiliz.

Düne kadar yedi düvel topla tüfekle saldırıyordu; Türk Milleti irkildi, üzerindeki ölü toprağını attı ve emperyalizmin bu kuşatmasını kırarak tarihin seyrini bir kez daha değiştirdi. Tıpkı geçmişte birçok defa yaptığı gibi… Bugünkü saldırı ise topla tüfekle değil...

Dünyanın gelişmesiyle Emperyalizm de kendisine yeni silahlar, yeni savaş araçları edindi. Dünyanın idaresini, eline almak niyetinde olanlar artık; televizyon, gazete, radyo, internetle; sivil toplum kuruluşları, siyasi partilerle; üniversiteler ve bilim adamlarıyla ve benzeri araçlarla saldırmaya başladılar. Tabi ki bu araçlarla birlikte ellerindeki diğer silahları bırakmış değiller. Her ülkede emperyalizm uzantısı, küresel güç hizmetkârlarını görmek mümkün…

Son bir kaç yüzyıldır, kendi kaderini belirlemeye, kendi geleceğini var etmeye muktedir olamayan Türk Milleti ve onunla beraber birçok Millet bugün yeni bir tehlike ile karşı karşıya.


Tehlikenin Adı; Postmodernizm;

Avrupa’da yaşanan Rönesans ve Reform hareketleri sonrasında 18. yüzyılda, aydınlanma çağı başlar. Bu dönem Avrupa toplumlarınca ortaya konulan geçmişe yönelik eleştirilerin ve mücadelenin sonucu olarak ortaya çıkar. Kraliyet ve Kilise baskısı altında yüzlerce yıl sömürülen Avrupa yeni bir arayış içerisindedir. Daha doğruyu, daha güzeli bulabilmek için başlayan bu arayış hümanizm, özgürlük, evrensellik ve rasyonelliği ve neticesinde de modernizmi ortaya çıkarır. İnsanların bağlı oldukları inançların yerini bilgi, dinin yerini bilim alır. Aydınlanma çağının ve bu dönemin var ettiği modernizmin en önemli unsurları, bilim ve akıl olarak kabul edilir. Başlangıçta yaşanan keşifler ve sosyal, ekonomik gelişmeler iyimser bir ortam oluşturur. Ancak bu gelişmelerle birlikte ve sonrasında kapitalizm de günden güne güç kazanır. Az gelişmiş ülkelerde üst düzeyde devam eden sömürgecilik insanları giderek açlığa ve yokluğa iterken, zengin ve fakir arasındaki uçurum günden güne artar. Devam eden dönemde, kapitalizm vahşileşir, daha fazla zengin olma arzusu insani değerleri ortadan kaldırmaya başlar, bununla birlikte sömürgeci devletler, arasında da paylaşım kavgaları başlar. 1. Dünya savaşıyla azalan umutlar, 2. Dünya Savaşı ile birlikte yıkılır. Modernizm artık inandırıcılığını ve çekiciliğini yitirmiştir.

Yaşanan gelişmeler sonrasında iyimser ortam kaybolur ve iyimserliğin yerini eleştiri alır. Modernizme karşı sanattan bilime birçok alanda eleştiriler yöneltilir. Nihayetinde bu eleştiriler Modernizmden farklı fakat modernizmin içinden çıkan bir anlayış ortaya çıkarır; Postmodernizm.


Postmodernizm;

2. Dünya Savaşı sonrasında modernizme yapılan eleştiriler beraberinde bir tepki olarak Postmodernizm anlayışını ortaya çıkardı. 70li ve 80li yıllarda ise Postmodernizm iyiden iyiye değişik alanlarda boy göstermeye başladı.

Modernist arayışın canlılığını kaybetmesinden sonra XX. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan çeşitli üslup ve yönelişlerin adı olarak ifade edebileceğimiz Postmodernizm genel olarak kurulu düzene ve kurallara başkaldırı olarak ifade edilebilir. Postmodernizm tek ve mutlak doğruluğu, genel geçerliği eleştirip inkâr ederken birden fazla doğrunun olduğunu iddiasındadır. Yapay ve yüzeysel olanı doğal olana tercih eden, bilimsel ve felsefi kuralları ve kuramları önemsemeyen, estetik anlayıştan uzak bir anlayış olarak ifade edilebilir.

Her ne kadar Portmodernizmin ortaya çıkış şekli ve kelime anlamı, bizlere Modernizmin yıktıklarını, tamir etmek, Modernizmin çözemediği sorunları çözebilmek, gibi düşündürse de aslında Postmodern düşüncenin böyle bir amacı yoktur. Sadece ve sadece modernizmin temel unsurlarını (akıl, bilim, özgürlük vb gibi.) eleştiren bir yaklaşım olduğundan eleştirdiğinin yerine alternatif sunacak bir yapısı bulunmamaktadır. Kısacası Postmodernizm yeni bir ideoloji, fikir veya yaklaşım üretmeyi değil var olan Modernizm düşünce sistemini eleştirmeyi amaçlar.

Postmodernizm evrensel düşünceye, siyasal, dini veya toplumsal ve benzeri her türlü birleştirici, bütünleştirici dünya görüşlerine karşı çıkar. Modernizmdeki milli kimlik, merkeziliği temel alan düşünce yapısı karşısında, Postmodernizm ulus anlayışına karşı çıkar. 

Postmodernizm merkezi otoritenin ortadan kaldırılmasını isterken, anarşinin egemen olduğu bir düzenin gerekliliğini savunur. Yerellik ve farklılıkları ön plana çıkarır ve bu anlayış içerisinde bir tutum sergiler. Siyasi anlamda da ulusal ve genel bir siyaset yerine yerel ve etnik bir siyaset anlayışı savunur.


Postmodernizm ve Milli Devlet Yapısı

Günümüzde çoğunlukla Fransız İhtilalı ile ortaya çıktığı ifade edilmiş olsa da aslında Türk toplumunun binlerce yıl öncesindeki devlet yapısının adıdır, Milli Devlet. Ortak bir dil, ortak bir kültür, ortak bir tarih şuuru, birlikte bir yarın arzusu ile bir araya gelen insanlardan müteşekkil bir yapıdır, Milli Devlet.

Avrupa toplumları açısından Fransız Devrimi ile ortaya çıkan bu devlet yapısının gelişimi feodalitenin zayıflayıp burjuvazi sınıfının güçlenmesi ve bu sınıfın siyasi etkinliklerini arttırmak için kitlelerin desteğini almayı amaçlamaları ile başlamıştır. Sonrasında tüm dünyada Ulus Devlet anlayışının yaygınlaşması ve imparatorlukların çöküşü durumu ortaya çıkmıştır. Milletimiz de bu gelişmeler ile birlikte Milli Devlet, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurmuştur.

Milli Devlet yapısı bakımından yukarıda ifade etmeye çalıştığımız Postmodernizm akımı tam anlamıyla bir düşmandır.

· Milli devlet yapısının ortaya koyduğu birleştiricilik ve bütünleştiricilik, Postmodern düşünce ile yok olacaktır,

· Milli devlet birleştirici ve ortak unsurları ön plana çıkarırken; Postmodern düşünce, farklılıklarla ayrışmayı körüklemektedir,

· Milli devlet toplumda, biz duygusunu yaygınlaştırırken; Postmodernizm, insanlığı bencilliğe itmektedir.

· Milli devlet düzeni, toplumsal kuralları ve hukuku savunurken, Postmodernizm Anarşinin egemenliğini, hukuksuzluk ve kuralsızlığı talep eder.

· Milli devlet dini, ahlaki, kültürel kural ve değerleri önemserken, Postmodernizm bu değer ve kuralları reddeder,

Maddeleri arttırmak mümkün elbette… Kısaca ifade etmek gerekirse Postmodernizm terimi ile ifade edilen söz konusu düşünce sistemi, Ulus Devlet yapısını baltalamaya yönelik bir girişimdir.


Postmodernizm gerçekte neyi amaçlar?

Küresel güçlerin dünya üzerindeki paylaşım kavgası, yüzyıllardan beri var olan ve artık herkesçe malum bir gerçekliktir. Çağlara göre bu mücadele farklı yöntemler, farklı silahlarla devam etmiş ve bugün de etmektedir.

Bugün açıkça söyleyebiliriz ki uzunca bir süre dünya dengeleri üzerinde birincil derecede etkili olan Avrupa bu etkinliğini ve gücünü günden güne kaybetmektedir. Bunun karşısında Amerika emperyalizm kulvarında, Avrupa’nın önüne geçmiş durumdadır. Postmodernizm olarak ortaya atılan ve on yıllardan beri tartışılan ve de her gün biraz daha güçlenerek hayatımıza giren düşünce sistemi bu dengeler değişiminin sonucundan başka bir şey değildir. Emperyalizmin günümüzdeki en önemli kalesi ABD sadece Doğu Medeniyetlerinin değil, Avrupa’nın üzerinde de egemen olma çabası göstermekte bu nedenle genel olarak Ulus Devlet yapısına sahip olan Dünya Devletleri’ne bu şekilde bir saldırı yöneltmektedir. Bu yöntemle Milli Devletler iç sorunlar ve toplumsal kargaşa ile uğraşırken küresel emperyalizm daha rahat çalışma alanı bulacaktır. 

Bu saldırıyı uzaklara gitmeden örnekleyecek olursak, Ülkemiz ve Milletimizin içerisinde bulunduğu duruma göz atmamız yeterli olacaktır. Nasıl mı?

· İnternet, gazete, televizyona bakın, TV programlarına bakın; düzene, sisteme, ahlaka, var olan neyimiz varsa ona karşı bir başkaldırı görüyoruz.

· Sözde tarihçimiz tarihimizle, sözde alimimiz dinimizle kavgalı.

· Siyasetçi; kanuna, hukuka, millete baş kaldırıyor.

· Sanatçı öz kültürüne söverse, başarı kazanıyor.

· Yarışmalarda en çok bağıran, en çok kavga eden beğeniliyor.

· Komutanın emrine, ana - babanın isteğine isyanlardayız.

Birkaç örnek sadece... İsyankar ve kavgacı bir millet olduk.
Biz anamıza, babamıza; hocamıza, atamıza; dinimize, töremize itaatkardık.
Hoş görülüydük, sıcakkanlıydık; dilden değil gönülden konuşurduk. Zalime Yavuz, mazluma Yunus’tuk.
Her şeyi bir kenara bırakalım bir Yaradan kalmıştı isyan etmediğimiz ona da isyan eder olduk.

Aslında gözlerimizi bir nebze de olsa açıp, gördüğümüzün ötesini seçebilsek oynanan oyun ve bizim o oyundan ne kadar zarar gördüğümüz ortada...

Portmodernizmin genel hatlarıyla Milli Devlet yapısına ve toplum dokusuna verdiği zararları ifade etmeye çalıştık. Şüphesiz ki söz konusu zararlar bu kadarla kalmıyor. Sonuç olarak diyelim ki;

“Gözünün gördüğünü, aklının ve gönlünün süzgecinden geçirerek amel edenlerden olmak dua ve temennisi ile…”

Ne Mutlu Türküm Diyene !

1 Nisan 2010 Perşembe

ALPARSLAN TÜRKEŞ VE LİDERLİK ÜZERİNE... / NİSAN 2010

Bu çalışma Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Dergisinin Nisan 2010 sayısında yayımlanmıştır...


İLELEBET DALGALANACAK,
ŞANLI BİR BAYRAK...
“BAŞBUĞ ALPARSLAN TÜRKEŞ”


TÜRKEŞ…
Türk’e âşık, Türklüğe âşık…
Çilesi, neşesi Türk; hüznü Türk sevinci Türk,
Gözden akan damlalar; yüzünde gülüşü Türk...

Türk Milleti tarih boyunca birçok Liderler yetiştirmiş ve tarih sahnesindeki o büyük başarıların neredeyse tamamını iyi, doğru ve bilgili Liderler ile elde etmiştir. Kür Şad, Bilge Kağan, Mete Han, Alparslan, Fatih, Timur, Yavuz, Abdülhamit, Atatürk... Yazmayı bir tarafa bırakalım saymanın bile mümkün olmadığı daha nice Kaanlar, Hakanlar; Hanlar, Sultanlar; Reisler, BAŞBUĞLAR... Kıymetleri ölçülemeyecek, paha biçilemeyek yiğit Alpler, Erenler, yiğit Ülkücüler…

Farklı zamanlarda, farklı hal ve şartlarda yaşamış, mücadele etmiş ve dünya denen yalan mekândan göçüp gitmiş bu Liderlerin söylemlerine, hayatlarına ve çabalarına bakalım. Nedir ortak yönleri, ortak hedefleri? Yaradan’ın buyruklarına boyun eğmiş, Milletin bekası için başlar eğdirmişler… Yıllar, yüzyıllar önce kara toprağın bağrına yol alan bu yiğit kişilerin ruhları, halen bizlere ışık olup yol göstermekte... Allah Milletimizi ışıksız bırakmasın...

İşte o ışık olanlardan, yol gösterenlerden biri; işgal altındaki Vatan topraklarından başlayıp, Dünya Türklüğünün Başbuğluğuna uzanan; 80 yıllık uzun, çileli ve kutlu bir yolun, yılmayan, yorulmayan yolcusu; Alparslan TÜRKEŞ.

Daha, küçük yaşlarda aldığı aile terbiyesine, değerli hocalarının ve işgal altında yaşamanın etkileri de eklenince o küçücük bedende kocaman Ülküler yeşermiş... Allah rızasına kavuşmak, Türklüğü eski şanına yeniden ulaştırmak ve tüm insanlığa huzur getirmek hedefiyle yalansız ve riyasız bir besmele çekerek başlamış yol almaya...

Esareti ta damarlarına kadar yaşayan, esir Türk yurdundan Anavatana göçerek Türk’ün esaretine son vermek üzere mücadeleye başlayan ve bunu yaparken de düsturunu “Her şey Türk için, Türk’e göre ve Türk tarafından” olarak belirleyen Başbuğumuz... Türk’e dair her şeye karşılıksız saygı, sevgi ve muhabbet besleyen bu yüce insanın, Başbuğ’un Liderliği…

LİDERLİK NEDİR?
Bu sorunun cevabını doğru anlamakta, doğru anlamlandırmakta fayda var;

“Uzaklardan bir bedevi şehre gelir ve ‘Muhammed nerede onu tanımaya ona tabi olmaya geldim.’ der. Tarif ederler, gösterirler evi, girer kapıdan içeri. İçerde bir kalabalık, oturmuş sohbet ediyorlar, ayakta bir kişi misafirlerine su ikram ediyor.

‘Son Peygamber Muhammed hanginizsiniz?’ der adam. Kimseden ses çıkmaz. Alçakgönüllülük abidesi Allah Resulü, ‘Peygamber benim!’ demez; diyemez, nefsim okşanmasın diye. Sahabe ağzını açmaz, açamaz Lider konuşmadı diye. Adam dayanamaz tekrar sorar ‘Efendiniz kim, Lideriniz kim sizin?’ ve Ahlak Abidesi şöyle buyurur;

Toplumun Reisi, Efendisi; Topluma hizmet edendir.’ ”

İşte bizim Liderlik anlayışımızın en güzel ifadesi, Allah Resulünün bu Hadis-i Şeriflerinde gizlidir. Ulu Önder Atatürk’ün Cumhuriyetin ilk yıllarında söylediği “Köylü Milletin efendisidir.” sözü de aslında bu Hadis-i Şerifin vermek istediği mesajın o dönemki şartlara uyarlanışı değil midir?

Rahmetli Başbuğumuzun Liderlik anlayışı da buradan hareketle ortaya çıkmıştır. O Efendi olmaya Lider olmaya meraklı değildir, böyle bir hevesi de yoktur. Tek amacı, tek gayesi Milletine hizmet etmek, Milletini mutlu ve huzurlu kılmaktır. Mevki makam asıl amaca ulaşılmakta kullanılacak araçlar dışında bir anlam ifade etmemektedir. Bunu 30 Temmuz 1965’te Genel Başkan adayı olarak katıldığı CKMP Kurultayında yaptığı konuşmada kendisi de ifade etmiştir; "Ben bir makam, mevki için aranıza gelmiş değilim. Bana hangi görevi verirseniz, seve seve onu kabul eder, yaparım. Bir nefer olarak, bir er olarak aranızda çalışmaya geldim.”

Evet, gelmiştir nihayet. Esaret altındaki Türklere özgürlük, ezilen Müslümanlara kurtuluş, Mazlum Milletlere umut olmaya gelmiştir. Emperyalizmin her türlüsüne savaş açmaya, kafa tutmaya gelmiştir. Hücrelerden çıkmış, sürgünlerden dönmüş; tırnakları çekilmiş, işkenceler görmüştür. Yine de asla yılmamış, asla pes etmemiş yoluna ve yolculuğuna kaldığı yerden devam etmeye gelmiştir...

Merhum Alparslan Türkeş’in Liderlik yolculuğunu 1960 öncesi ve 1960 sonrası dönem olmak üzere ikiye ayırmamız mümkündür.

1960 ÖNCESİ DÖNEM…
25 Kasım 1917 ve 27 Mayıs 1960 tarihleri arasındaki dönem Alparslan Türkeş için Liderliğe giden yolun hazırlık ve başlangıç aşaması veya diğer bir ifade ile hamlıktan kurtulduğu, piştiği dönem olarak değerlendirilebilir.

Çocuk yaştan başlayarak hayallerinin peşinden gitmiş... Doğduğu, büyüdüğü diyarlardan göç etmek zorunda kalmış... Sevdiği ve istediği gibi asker olmuş... Büyük ve bilgili insanlarla yaptığı sohbetlerle, okuduğu kitaplar ve değerli eserlerle fikri ve düşünsel hayatını zenginleştirmiş...

İç düşman olan, kılık değiştirerek milletin içine giren ve hükümetin gafletinden yararlanan komünizme karşı Türkçü gençlerin bir uyarma yürüyüşüdür.” şeklinde ifade ettiği 3 Mayıs yürüyüşüne katıldığı için, hücrelere atılmış, tırnakları çekilmiş, vatan hainliği ile suçlanmış...

Askerlik görevinde yükselmiş, başarıları ile Türk Genelkurmayı tarafından eğitimlere gönderilmiş, Türk Genelkurmayını defalarca yurt dışında temsile yetkilendirilmiş...

Nihayetinde tarihlerin 27 Mayıs 1960’ı gösterdiği ihtilal gününe, fikri ve düşünsel donanımını yüksek ve zengin bir seviyeye ulaştırmış, mesleki başarı ve büyük bir itibar kazanmış ve Liderlik özelliklerini keşfetmiş bir şahsiyet, bir “Kudretli Albay” olarak gelmiştir Alparslan Türkeş.

1960 SONRASI DÖNEM…

Takvimlerin 27 Mayıs 1960'ı gösterdiği gün, Türkiye'nin tarihinde ve Alparslan Türkeş'in hayatında önemli bir dönüm noktasıdır. Alparslan Türkeş için ilk ciddi Liderlik sınavıdır bu. İhtilal grubuna sonradan katılmasına ve alt rütbeli bir subay olmasına rağmen kısa sürede idareyi eline alarak ihtilal planını kurgulamış ve başarıyla uygulayarak kansız bir ihtilal gerçekleştirmiştir. Ayrıca 27 Mayıs 1960 sabahı, radyodan kendi eliyle hazırladığı ihtilal bildirisini okuyan ince, uzun boylu, gür siyah saçlı, çatık karakaşlı, kara gözlü ve henüz 43 yaşındaki, tok sesli genç Kurmay Albay da Alparslan Türkeş’tir.

İlk bakışta, ihtilalin sözcüsü gibi görünen bu Albay aslında ihtilal kadrosunda geleceğe dönük plan ve programı olan ve aynı zamanda da Liderlik vasıfları taşıyan yegâne kişidir ve gerçekte ihtilalin bir numaralı adamı, ‘Kudretli Albay’ı, fiili lideridir:
"27 Mayıs İhtilali’nin fiili lideri bendim. General olmamama rağmen,  fiili liderliği ben yaptım."

Türkeş, ihtilalin fiili lideridir, ancak bazı arkadaşlarının Çankaya Köşkü'ndeki boşluğu doldurmak için, arayışa geçtiklerini ve Cemal Madanoğlu'nun, İsmet Paşa'yı Çankaya Köşkü'ne oturtmak için çaba harcadığını öğrenir ve bu duruma karşı aldığı tavır ve sonrasında yaşanan gelişmeler, fikir ayrılıkları ne yazık ki on dörtler olarak bilinen ve liderliğini Alparslan Türkeş’in yaptığı grubun Milli Birlik Komitesi’nin diğer üyelerince emekliye sevk edilerek tasfiye edilmelerine ve zorla evlerinden alınarak yurtdışında görevlendirilmek suretiyle sürgüne gönderilmelerine neden olur...

27 Mayıs Alparslan Türkeş’in Türk Siyasi hayatına bir daha çıkmamak üzere girdiği günün adıdır ve Başbuğluğa giden yolda önemli bir mesafe taşı, önemli bir tecrübedir:
“Ben, 27 Mayıs tecrübesini geçirdikten sonra o kanaate vardım ki, ihtilâl yoluyla memlekete hizmet etmek mümkün değildir. Ne kadar eksik, ne kadar aksayan tarafları olursa olsun, hukuk yoluyla bir memlekete, bir millette hizmet, en iyi yoldur. İhtilâl otoriteyi yıkar, anarşi başlar. Bu anarşiyi durdurmak, yeniden düzeni ve otoriteyi kurmak çok güç bir meseledir ve memleket bundan zarar görür. Bunun ben içinde bulundum, fiilen yaşadım.
Memleketin aydınlarına, vatansever insanlarına tavsiyem şudur:
‘En kötü hukuk nizamı, en iyi ihtilalden daha iyidir.’ ”

SÜRGÜN DÖNÜŞÜ…

Yönetimi elinde bulunduranlarca Alparslan Türkeş’in Türkiye'ye dönmesine iki yılı aşkın bir süre müsaade edilmez. Türkeş'in 815 günlük sürgün hayatı 22 Şubat 1963'de sona erer. Hindistan'dan ailesi ile birlikte Lübnan'a gelen Türkeş burada eşi ve çocuklarını Beyrut'tan Ankara'ya gönderir. Kendisi önce İsviçre'de Dündar Taşer’le daha sonra Bern, Brüksel ve Paris'e geçerek 14'ler grubunun diğer mensuplarıyla buluşur. Avrupa'da bulunduğu süre içinde arkadaşlarıyla yaptığı görüşmelerde daha çok Türkiye'de takip edecekleri siyasetin nasıl olması gerektiği üzerinde fikir yürütürler.

Bu görüşmelerden sonra Muzaffer Özdağ ile Türkiye'ye doğru yola çıkarlar. Yugoslavya'ya geldiklerinde Muzaffer Özdağ'ı Bulgaristan üzerinden Türkiye'ye göndererek, kendisi Üsküp, Makedonya üzerinden Selanik’e geçer. Burada Batı Trakya Türkleri ile çeşitli görüşmeler yaptıktan sonra nihayet 22 Şubat 1963 günü Kapıkule'den giriş yaparak Edirne'ye gelir. Edirne'de Muzaffer Kaplan ve kalabalık bir vatandaş topluluğu tarafından karşılanır ve kafile hâlinde İstanbul'a ulaşırlar. İstanbul'da basın toplantısı yaparak daha önce hazırlamış olduğu "Millete Beyanat" adlı metni Türk milletine sunan Alparslan Türkeş 24 Şubat'ta Ankara'ya gelir.

27 Mayıs İhtilalinin “Kudretli Albayı” Alparslan Türkeş sürgün dönüşünde artık bir Sivil Lider olarak sahnededir. Amacı, tutulduğu Millet Sevdasının gereğini yapmaktır, tıpkı Asker iken yaptığı gibi. Bu doğrultuda yapılacak ilk iş aynı fikre sahip ve aynı hedefe yönelmiş olanları bir araya toplamak ve aralarında sıkı bir bağ kurmak olacaktır.

Yayınladığı bildirilerde, köken, din, dil ve benzeri hiçbir ayrım yapmaz, Milleti her bir parçası ile bir bütün kabul eder ve bu bütünlüğü önemser Alparslan Türkeş, çünkü o küçük ayrımların, siyasi kavga ve rantın adamı değildir, siyaset üstü bir şahsiyettir. Bütün Türk Milleti’ni sevmedikçe gerçek bir Milliyetçi olunmayacağını herkesten iyi bilmektedir:
“Birbirimize karşı davranışlarımızda, daima karşılıklı sevgi, saygı ve hoşgörürlük duygusu hâkim olmalıdır.
Aziz vatandaşlarım;
Türk Milleti bölünmez, kutsal bir bütündür.
Bizler belirli bir fikir ve davayı temsil ile onun bayrağını taşıyan insanlarız. Bizi şu veya bu siyasî kuruluşa izafe etmek yerine bütün bir milletin sadece hadimi (hizmetçisi) olarak kabul etmek gerekir.”

İkinci olarak yapılması gereken aynı hedefe yönelenler için bir yol haritası hazırlamaktır. Aynı hedefe yol alanların aynı kaynaktan beslenmeleri gerekir ki ayrılıklar, yoldan sapmalar olmasın. Bu doğrultuda doktriner görüş “Milli Doktrin; Dokuz Işık” çıkar ortaya. Bilimselliğe, gerçekliğe ve Türk Toplumunun ahlaki, kültürel, ekonomik ve sosyal özelliklerine uygun bir reçetedir aslında bu ve her bir maddesi Alparslan Türkeş’in Liderlik vasıflarını işaret etmektedir:

Onun Milliyetçiliği                            ; Vatanına, Milletine, Devletine ve bu terimlerin kapsadığı her varlıksal gerçekliğe duyulan karşılıksız sevgi, saygı ve muhabbet ve tabi ki sadakati ifade etmektedir.

Onun Ülkücülüğü ; Sevilen, sayılan ve sadakatle bağlı olunan Devleti, Milleti, Vatanı bölmeden, ayrıştırmadan, parçalamadan; her türlü zorluğu göze alarak ve her türlü engeli aşarak; en güçlü, en huzurlu, en mutlu ve en müreffeh seviyelere taşımaktır.

Onun Ahlakçılığı ; Türk Milleti’nin, dinini, töresini en doğru bir şekilde öğrenmesini, en doğru bir şekilde anlamasını ve en doğru bir şekilde ve rahatça yaşamasını sağlamaktır.

Onun Toplumculuğu ; Toplumu; sınıflara, gruplara ayırmadan bir bütün kabul ederek birbiriyle çatıştırmadan, kavga etmeden ve ettirmeden, birbirlerine düşmanlaştırmadan dayanışmacı ve uyumlu bir anlayış etrafında bir araya toplamak ve hiç bir kimsenin elindeki güç ile kendisi dışındakileri ezemeyeceği bir sisteme kavuşturmaktır.

Onun İlimciliği ; Karşısına gelen sorunlar karşısında, tarafsız, ön yargısız ve art niyetsiz, ilim kaynaklı çözümler bulmaya çalışmaktır.

Onun Hürriyet ve Şahsiyetçiliği ; Başta Milleti’nin ve bununla beraber tüm insanlığın hür olması için uğraşmak, emek sarf etmek, ter akıtmaktır ve insanların yüksek bir şahsiyet, yüksek bir karakter sahibi olmasını temin etmeyi amaçlamaktır.

Onun Köycülüğü ; Milletin Efendisi olana, hakkını iade etmek, onu ve beraberinde bütün bir Milleti mutlu ederek Türk Milleti’nin kalkınmasını ve huzurunu tesis etmektir.

Onun Gelişmecilik ve Halkçılığı ; Kökünden kopmadan, yerinde saymadan, durmadan, yorulmadan daha iyi ve daha ileri bir seviyede bir Türk Milleti, bir Türk Devleti inşa etmektir.

Onun Endüstri ve Teknikçiliği ; Milletler Mücadelesinde Türk Milleti’ni ve Türk Devleti’ni diğer Milletlerin daha ilerisine taşımak, bilim ve teknolojide ilerlemesini sağlamaktır...

Ülkü Kervanını toplanır, yönü belirler ve yola koyulurlar. Sırada Türk Milleti’nin gönlündeki ve zihnindeki işgale karşı bir fetih hareketine girişmek vardır. Bunun adını ise “Gönül Seferberliği” koyar. Tıpkı kendisinden önceki; Atalar, Sultanlar, Başbuğlar gibi o da gönüllerden başlar fethetmeye;
“Kalkınma için 9 Işık’ın başta düşündüğü çare her şeyden evvel insanlarımızı, milletimizi uyandırmak; Milli Ülkü ile doldurarak Gönül Seferberliği yapmaktır.
Gönül Seferberliği yapılmadıkça, Türkiye’nin bütün davalarının çözülmesi için büyük atılımlar sağlanması mümkün olamaz.”

Türk Milleti’nin geçmişten bugüne kadar varlığını sürdürebilmesini, Türk olarak gelmesini, gelebilmesini sağlayan, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ve onun devamlılığı için mutlak surette gerekli olan fikir, yani “Türk Milliyetçiliği” yeniden sahaya inmiştir, Alparslan Türkeş liderliğinde.

Bu durum rahatsız eder Türk-İslam Âleminin düşmanlarını. Son birkaç yüzyıldır zımni veya aleni olarak egemenlikleri altında tuttukları bu âlemin yeniden dirilişi ürkütür onları ve bu dirilişi kırmak için yeniden sahnelerler oyunlarını...

Ardından Kılıçkıranlar, Özmenler, İmamoğlular, Önkuzular, Sarıcalar, Bakışlılar, Dereler, Sazaklar, Coşkunerler ve daha nice Bozkurt gönüllü yiğitler Hakka yürür. Başbuğ için onların kimileri dostum dedikleridir, kimileri evladım… Gönlü daralır, sinirleri gerilir, sabrı taşma noktasına gelir ama o vakarlı duruşunu bozmaz. Kara eylüllerde karanlık beyinliler kara günler çektirirler. Onca çileyi ve zulmü çeker, onca dostunun, evladının üzüntüsünü yaşar ama pes etmez daha önce yaptığı gibi kaldığı yerden devam eder.

Kıbrıs’ta başlayan yolculuğunda; öğrenci, asker, bürokrat, siyasetçi olmuş, muhalefet olmuş, iktidar olmuş... Ama hiç bir konum hiç bir makam onu hedefinden saptıramamış, yolundan ayıramamıştır. Allah Kelamını rehber edinmiş ve Ülkülerine ulaşma gayesiyle gün olmuş koşmuş, gün olmuş yürümüş, bazen yorulmuş ama vazgeçmemiş. Ve bir gün vade gelmiş, bir zamanlar küçücük bedeninde kocaman Ülküler yeşertmiş, Allah rızasına kavuşmak, Türklüğü eski şanına yeniden ulaştırmak ve tüm insanlığa huzur getirmek hedefiyle yalansız ve riyasız bir besmele çekerek yol almaya başlamış, o beden bir şehadet kelimesi ile göç eylemiş dünyadan, kendisinden önceki o kutlu Liderler gibi...

LİDERLİK ÖZELLİKLERİ...
Dünyanın ve Milletimizin yetiştirdiği birçok Lider şahsiyet gibi Alparslan Türkeş’i de belli başlı özellikler ile açıklamak ifade etmek, daha doğru bir söylemle sınırlamak imkânsızdır. Bu bağlamda Başbuğ’un bütün Liderlik özelliklerinden değil de bazı özelliklerinden bahsedecek olursak;

Başbuğ en başta taşıdığı canın Allah’tan bir emanet olduğunu ve günü geldiğinde “Sana verilen bu emaneti nasıl değerlendirdin?” sorusuyla karşılaşacağını bilen; insan olmanın, kul olmanın sırrını çözmüş gönlü sevgi ve imanla dolu bir insandır.

Çalışkandır, azimlidir, içtendir...

Adildir, bilgilidir, sabırlıdır, imanlıdır ve inançlıdır...

Cesurdur, gözü karadır, güçlü bir irade sahibidir ve erdemlidir...

Tevekkül sahibidir ve görev adamı bilincine erişmiştir...

Kin tutmayan bir gönlü, yapılanları unutmayan bir zihni vardır...

Gecesiyle gündüzüyle tüm vaktini Ülküsüne adayan bir dava adamıdır...

İyi bir idareci, iyi bir Ülkücü, iyi bir insandır...

Taviz vermeyen, eğilmeyen bükülmeyen, her ortamda, her şart altında hak olanı savunan bir tavır adamıdır...

İleri görüşlüdür, özü sözü birdir, yalan dolan bilmez...

Siyasi emelleri insani değerlere tercih etmez...

Ahlakından, davasından, Türklük ve İmanından ödün vermez...

Daha birçok özellik saymak mümkündür. Fikirleri ile bayrak olmuş insanları anlatmak güçtür. Fikirleri, düşünceleri kalıba oturtamaz, onları sınırlara hapsedemezsiniz ve tabi ki onları ortaya koyan şahsiyetleri de... Sınırlara, kalıplara, yazılara, kitaplara, günlere, aylara, yıllara, çağlara sığmayan bir Lideri anlatmak, anca bu kadar mümkün...

Bir nisan ayında yolcu eyledik Başbuğu... Bedeni kara toprakta, Ruhu göklerde, fikri ve emaneti bizlerde...
“Emanet olan davayı kucakladım. Hiç arkaya bakmadan tereddütsüz, hiç bir şeye aldırmadan yürüyorum, ileriye doğru yürüyorum. Hızlanıp koşmak gayreti içindeyiz; koşacağız. İleriye gittikçe geride kalmayıp beni takip edin! Bu mücadelede herhangi bir sebeple ben düşersem; Bayrağı kapın, daha ileriye gidin!...” diyordu.

O emanete, o davaya, o bayrağa layık olabilmek duasıyla...


NE MUTLU TÜRK’ÜM DİYENE!