Bu Blogda Ara

1 Şubat 2010 Pazartesi

OSMANLI DEVLETİ'NDE DİPLOMASİ / ŞUBAT 2010

Bu çalışma Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Dergisinin Şubat 2010 sayısında yayımlanmıştır...

             OSMANLI DEVLETİ’NDE DİPLOMASİ

            Bir Devletler Hukuku konusu olan “Diplomasi”; milletlerarası ilişkilerin düzenlenmesi ve milletlerarası münasebetlerin, yapılacak müzakereler yoluyla, yürütülmesi ve yönetilmesi uğraşısı şeklinde ifade edilebilir. Görünürdeki amaç, devletlerarasındaki anlaşmazlıkları kuvvet yolu ile değil de barışçıl bir şekilde çözümlemektir. Bunun yanında uygulamada devletlerin kendi çıkarlarını masa başında koruma çabası olarak gerçekleşmektedir. Bu iş için devletler, yabancı ülkelerde elçi adı verilen temsilciler bulundururlar. Bu memurlar, ülkeler arasındaki resmi ilişkileri temsilci sıfatıyla düzenler, takip eder ve yürütürler.

            Osmanlı Devleti’nin tarih bilimi ve dünya toplumlarının gelişimi açısından sosyal, siyasi ve ekonomik yapısı nedeniyle çok önemli bir unsur olduğu, tartışılmaz bir gerçeklik olarak tüm dünyaca kabul görmektedir. Küçücük bir beylikten, kıtaları ve denizleri aşan bir Cihan Devleti’ne dönüşen; kudreti, hoşgörüsü ve adaleti ile dosta güven verip, düşmana korku salan Osmanlının izlediği dış politika ve bu doğrultuda gelişen Osmanlı Diplomasisi devletin iç siyaseti ve dünya siyasetinde yaşananlara paralel olarak dönemsel değişimler göstermiştir.

Devletin gücünü koruduğu dönemlerde tek taraflı ve geçici nitelikte bir diplomasi tarzı benimsenmişken gerilemenin başlaması ve eski gücün yitirilmesi ile birlikte iki taraflı ve sürekli diplomasi anlayışı dış ilişkilere hâkim olmuştur. Bu nedenle “Osmanlı Diplomasi Anlayışı”nı dönemsel farklılıklar açısından “18. yüzyıl öncesi” ve “18. yüzyıl sonrası” olmak üzere iki ana bölüme ayırabiliriz.

  1. OSMANLI DEVLETİ’NDE 18. YÜZYILA KADAR DİPLOMASİ (AD HOC DİPLOMASİ DÖNEMİ)
Dünya toplumları ile birlikte Osmanlı Devleti’nde de uygulanan ilk diplomasi yöntemi “Ad Hoc Diplomasi” yöntemidir. Devletlerarasındaki ikili ve sürekli diplomatik ilişkilerin tam olarak gelişmediği dönemlerde, tek yanlı ve geçici nitelikteki bu yöntem diplomatik hayatta etkin olarak kullanılmaktaydı.

Osmanlı Devleti bu diplomasi tarzını en geç terk eden Devletlerden biridir. Avrupa devletleri 15. ve 16. yüzyılda sürekli diplomasiye geçerken, Osmanlı ancak 18. yüzyıl sonlarına doğru Ad Hoc Diplomasi tarzından tam olarak ayrılmıştır. Bu döneme kadar yurt dışına sürekli elçiler göndermediği gibi, yabancı devletlere ait sürekli elçileri de bir iki istisna dışında kabul etmemiştir. Bunun altında yatan sebep 18. yüzyıla kadar yaşanan süreçte Osmanlı Devleti’nin ekonomik, sosyal, askeri ve siyasi gücü nedeniyle sözünü geçiren ve dünya siyasetinde istediğini yapan bir devlet olmasıdır. İşte 17. yüzyıldan itibaren, imparatorluğun Avusturya karşısında aldığı mağlubiyetler Osmanlının bu üstünlüğünü olumsuz yönde etkilemiştir. 18. yüzyılla birlikte, ilişkilerde sürekli diplomasi önem kazanmaya başlar. Bu yüzyıl, Osmanlının yaşadığı güç kaybı nedeniyle Avrupa sistemine ayak uydurmaya başladığı ve ittifak talep ettiği bir dönem olarak yaşanır.

İlk olarak Ad Hoc (kısa süreli ve tek taraflı) diplomasiyi benimseyen Osmanlı Devleti bu dönemde çeşitli nedenlerle bir başka devlet nezdinde temsilciler bulundurmuş ve görevlendirmiştir.

Literatürde Ad Hoc Diplomasi olarak da adlandırılan tek taraflı ve geçici nitelikteki bu diplomasi tarzının Osmanlı Devleti’ndeki yansımasını ve genel özelliklerini şu başlıklar altında açıklayabiliriz:

  • Elçilerin Gönderilme Nedenleri;
İlk dönemlerde Osmanlı Devletini temsilen yabancı ülkelere gönderilen elçiler başlıca şu görevleri yerine getirmişlerdir;
1.      Arabuluculuk faaliyetlerinde bulunmak, barış anlaşmaları ya da ticari sözleşmeler hakkında görüşmelerde bulunmak ve anlaşma veya sözleşmeler imzalamak,
2.      Yabancı devletler ile iyi dostluk ilişkileri kurmak ve var olan dostlukları daha da geliştirmek,
3.      Devlet alacaklarını ve vergilerini toplamak,
4.      Gidilen devletin Osmanlı Devleti hakkındaki görüş ve politikalarını öğrenmek,
5.      Padişahın tahta çıkışını bildirmek, yeni tahta çıkan yabancı devlet başkanını tebrik etmek,
6.      Padişah mektupları veya armağanlar götürmek,
7.      Kazanılan bir utku (zaferi) bildirmek,
8.      Taç giyme, düğün gibi törenler için yapılan davetlere katılma veya yapılacak bir törene (örneğin; sünnet, düğün vb.) yabancı devlet temsilcilerini davet etmek.
Görüldüğü gibi bu görevlerin neredeyse tamamı sürekli bir ilişkiyi gerektirmeyen ve kısa sürede yerine getirilebilecek niteliktedirler.

  • Elçilerin Seçimi ve Maiyetleri
Osmanlı Devletini temsilen yurtdışına gönderilecek elçiler titizlikle seçilirdi. Elçilik yapacak kişinin Devlet geleneklerini, İslam dinini ve Devletin siyasi gereksinimlerini iyi bilmesi; karakter olarak doğruluk ve dürüstlükten ayrılmayan, barışçıl ve düzeni saylayabilecek kişilerden olması gerekirdi. Ün, onur sahibi, tercihen yabancı dil bilen kişiler elçilik için görevlendirilirlerdi. Elçilik görevi verilenlere dönüşte geri alınmak üzere büyük yetki ve aşamalar verilirdi; Defterdarlık, Nişancılık, Beylerbeyliği, Kazaskerlik vb. gibi.

Elçiler genellikle Enderunlular arasından seçilirdi. Bunun yanında savaşta esir olan gayrimüslimler ile güvenilir ailelere mensup Türkler de elçilik faaliyetlerinde bulunmak üzere görevlendirilmişlerdir. Bu elçiler gidilecek ülkeye bazen 1000 kişiyi bulan kalabalık bir maiyetle giderlerdi.

Dünden bugüne baktığımız zaman batı toplumlarına hâkim olan diplomasi anlayışına göre elçi; “yabancı bir ülkeye, ülkesinin iyiliği için, yalan söylemek üzere gönderilen, dürüst bir kişi” olarak kabul edilmiştir. Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinden itibaren devletin son zamanlarına kadar bu tür bir anlayış yer edinmemiş yalan devlet menfaatleri için dahi başvurulan bir yol, kullanılan bir araç olmamıştır.

  • Nameler, Armağanlar ve Protokol Kuralları;
            Osmanlı Elçileri yanlarında, gönderildikleri ülke hükümdarına sunulmak üzere namei hümayun (hümayun name) denilen padişah mektubu ile ülke başbakanına sunulacak sadrazam mektubunu götürürlerdi. Bunun yanında gittikleri ülkelere değerli armağanlar götürmeleri zamanla bir Osmanlı geleneği halini almıştı.

Elçilerin gönderildikleri ülkelerde Cihan Devleti’nin iyi bir şekilde temsil edilebilmesi ve halk üzerinde unutulmaz bir izlenim bırakabilmeleri için onlara hazineden, dönüşlerinde geri alınmak üzere, değerli eşyalar ve giysiler verilirdi.

Bunların yanında Osmanlı Elçileri gönderildikleri ülkelerde, yapılacak görüşmelerde geçerli olacak protokol kurallarına büyük önem verirlerdi. Genellikle protokol Osmanlı Devleti elçilerince düzenlenir ve yabancı Devlet temsilcileri de buna uyarlardı.

Bu bilgiler ışığında genel bir değerlendirme yapacak olursak; Osmanlı Devleti güçlü bir devlet olduğu ve toprak bütünlüğü ile egemenliği yabancı devletlerce tehdit altında olmadığı sürece; tek yanlı diplomasi, güç ve üstünlüğün bir göstergesi olmuş ve Osmanlının yabancı devletlerle arasındaki diplomatik görüşmelerdeki eşitsizlik açık bir şekilde göze çarpmıştır. Görüşmeler istisnai haller dışında Osmanlı toprakları üzerinde ve Türkçe olarak yapılmakta bu sayede Osmanlı temsilcileri daha hızlı kararlar alırken yabancı temsilciler temsil ettikleri devletin görüşlerini almak zorunda kaldıkları için zaman kaybetmekteydiler.

Başlangıçta Osmanlı lehine sonuçlar doğuran ve gerileme sürecinin başlaması ile birlikte aleyhte sonuçlar doğurmaya başlayan tek taraflı ve geçici nitelikteki, Ad Hoc Diplomasi anlayışı gerilemeyi hızlandıran bir etmen olmuştur. 17. yüzyıldan itibaren eski gücünü yitirmeye başlayan ve özellikle 18. yüzyılda eski ihtişamını kaybeden Osmanlı Devleti sürekli diplomasiye geçemediği için yabancı devletlerdeki gelişmeler hakkında bilgi sahibi olamamış, bu devletlerle ilişki kurmakta başarı gösterememiş ve netice olarak da; Devlet çıkarlarının yabancı devletler nezdinde korunamaması sonucu ortaya çıkmıştır.

  1. OSMANLI DEVLETİ’NDE 18. YÜZYILDAN İTİBAREN DİPLOMASİ (SÜREKLİ VE İKİ TARAFLI DİPLOMASİ)
1699 tarihli Karlofça Anlaşmasına kadar tek taraflı olarak yürüyen Müslüman Osmanlı ile Hıristiyan Avrupa ilişkileri bu dönemden itibaren karşılılık ilkesine dayalı bir hal almaya başlamıştır. Batıda 15. yüzyıldan itibaren İtalyan Şehir Devletleri arasında uygulanan ve kısa sürede diğer batılı devletlerarasında yayılmaya başlayan sürekli diplomasi anlayışı ise Osmanlı Devleti’nde ilk olarak Sultan 3. Selim (1789–1807) tarafından benimsenmiştir. Sultan Selim hem yabancı devletler ile bu devletlerde yaşanan olaylar ve gelişmelere ilişkin doğru ve güvenilir bilgi sahibi olmak hem de Osmanlı Devleti’nin bu gelişmelere uzak kalmamasını sağlamak amacıyla Avrupa başkentlerinde sürekli elçilikler kurma yoluna gitmiştir. 3. Selim’in bu yöndeki girişimlerinde kişisel olarak batı hakkında bilgi sahibi olmak istemesi ile Devletin içerisinde bulunduğu hal ve şartlar etkili olmuştur. Çünkü artık Avrupalıların ayrıcalıklar koparmak amacıyla İstanbul’da sürekli elçi bulundurmak istedikleri dönemler geride kalmıştır ve Devletin dışa bağımlılığı günden güne artmaktadır.

Yaşanan gelişmeler sonrasında ilk sürekli Osmanlı elçiliği İngiltere Devleti nezdinde ve 1793 yılında kurulmuş, atanan ilk sürekli Osmanlı elçisi de Yusuf Agâh Efendi olmuştur. Böylece Osmanlı Devleti tek taraflı ve geçici diplomasiden, iki taraflı ve sürekli diplomasiye geçişte önemli bir adım atmıştır.

Ayrıca Osmanlı Devleti diplomatik ilişkilerinde batı dillerini bilmelerinden dolayı azınlıklardan özellikle Fenerli Rumlardan yoğun bir şekilde yararlanmıştır. Devlet sınırları içerisinde yaşayan azınlıklar çevirmenlik, sürekli elçilik kurullarında memurluk, elçi müsteşarlığı ve hatta elçilik görevlerinde dahi bulunmuşlardır.

Sürekli diplomasinin genel özelliklerini şu başlıklar altında açıklayabiliriz:

  • Yolluk ve Harçlıklar;
Osmanlı Devleti Elçilik Kurulu Üyelerine uzun süren yolculukları sırasında yol masraflarını karşılamak ve gittikleri ülkelerde sürdürecekleri görevleri esnasında kullanmak üzere memuriyet derecelerine göre yolluk ve harçlık verilir, aylık bağlanırdı. Ayrıca elçiler yurt dışına ailelerini götürmedikleri için Devlet tarafından geride kalan ailelere de ihtiyaçlarını karşılayacak miktarda aylık bağlanırdı.

  • Hümayun nameler (Name-i Hümayun) ve Armağanlar;
            İlk dönem elçileri gibi sürekli Osmanlı elçileri de yanlarında Padişah’ın, atandıkları ülke hükümdarlarına hitaben yazmış olduğu mektupları da götürürlerdi. Bunlara Padişah’a ait mektup anlamına gelen “hümayunname (name-i hümayun)” denilirdi. İşte bu namenin özel bir törenle hükümdara sunulması ile elçinin görevi resmen başlardı.

Elçiler görevlerinin bitiminde Padişah’a sunulmak üzere görev yaptıkları ülke hükümdarına ait bir name getirirlerdi. Bu namede yabancı devlet başkanının elçilik faaliyetleri ve karşılıklı ilişkilerle ilgili görüş ve düşünceleri yer alırdı. Osmanlı Padişahı da görevini tamamlamış olan elçiye yardımlarından dolayı ilgili devlet hükümdarına bir teşekkür mektubu yazardı.

Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminden itibaren elçiler gönderildikleri devletlerin hükümdarlarına, bunların eşleri ve yakınlarına ve bazı yüksek dereceli görevlerde bulunan devlet adamlarına verilmek amacıyla değerli armağanlar götürürlerdi. Bu durum uzun yıllar değişmemiş ve köklü bir Osmanlı töresi haline gelmişti. Bu armağanların bedeli Hazine tarafından ödenir ve tutulan armağan defterine kaydedilirdi. Bu gelenek son kez 1802 yılında Paris Elçiliğine atanan Halit Efendi tarafından yerine getirilmiş ve sonrasında terk edilmiştir.

  • Elçilerin Görevleri;
Bir yabancı devlete Osmanlı Devleti’ni temsil etmek amacıyla gönderilen elçilerin görevlerini; görevli oldukları ülkede yaşananları gözlemek, izlemek ve edindikleri bilgileri raporlar halinde bildirmek şeklinde ifade edebiliriz. Elçiler bu görevleri çerçevesinde bulundukları ülkelerdeki basın ve yayın organlarını takip edip çıkan haberlerin çevirilerini de raporlar halinde gönderirlerdi. Gönderilen raporlarda kendi görüşlerine de yer veren elçiler Osmanlı’nın yabancı ülkeler ile kurduğu ilişkilerde en önemli unsur olmuşlardır.

            Elçiler yukarıda sayılan görevlerle beraber gönderildikleri ülkelerdeki sosyal kurum ve kuruluşlar ile söz konusu devletin teknik ve bilimsel gelişmişlik düzeyini de takip etmek ve gittikleri ülkelerin dilini öğrenmekle de görevlendirilmişlerdir.

Sonuç olarak; görüldüğü gibi Osmanlı Devleti, ilk dönemlerden itibaren başka ülkelerin askeri durumuna ve sosyal güçlerine göre diplomatik ilişkilerini kurmuş, kurulan bu ilişkilerde Osmanlının iç siyasi durumu ile birlikte karşısındaki devletin de gücü önem arz etmiştir. 18. yüzyıla kadar Osmanlı Devleti’nin Avrupa Devletleri karşısında kullandığı mücadele yöntemi en başta toplumlara göstermiş olduğu hoşgörü ve anlayış, savaşlarda kazanılan başarılar ve yabancı devletler arasındaki çekişmeler olmuştur. Ancak 18. yüzyıl ve sonrasında Osmanlı iç ve dış etkenler nedeniyle, Avrupa’da savunmaya çekilmiş ve devletin varlığını devam ettirmenin artık ittifaklar ile mümkün olduğunu anlayarak sürekli ve yerleşik diplomatik temsilcilikler kurmuştur. Günümüz anlamında diplomasinin ilk olarak bu değişimlerin yaşandığı dönemde başladığını söylemek mümkündür.

Osmanlı Devleti Sultan 3. Selim döneminde sürekli ve karşılıklı diplomasiye geçerken eski ve geleneksel diplomasi anlayışından tam olarak kopamamış bunun sonucunda da Avrupa’nın diplomasi teamüllerine uyum konusunda sorunlar ortaya çıkmıştır. Avrupa’nın iyice yerleşmiş diplomasisi karşısında Osmanlı bir bocalama dönemi geçirmiştir. Bu bocalama döneminde elçiler; güvenilirliği tartışmalı tercümanlar, İstanbul ile kurulacak iletişimde yaşanan aksaklıklar, mali zorluklar ve Avrupa’nın Osmanlı çıkarlarını ciddiye almaması gibi olumsuz şartlar nedeniyle çok da başarılı olamamışlardır.

Söz konusu tercüme sıkıntısını aşmak üzere 1830’dan itibaren büyümeye ve önem kazanmaya başlayan Tercüme Odası kurulmuştur ve 1841 yılına gelindiğinde bu oda otuzun üzerinde memura sahip olmuştur. Ayrıca Tercüme Odası sonraki yıllarda kurulacak Hariciye Nazırlığı’nın da alt yapısını oluşturmuştur.

Sultan 3. Selim’in tahttan inmesi ile kesintiye uğrayan elçilik faaliyetleri 2. Mahmut ile yeniden gündeme gelmiş ancak kişisel ilişkiler nedeniyle yetenekli kişilerin görev başına gelememesi durumu ortaya çıkmıştır. Bu dönemde görev yapan elçiler Osmanlıyı Avrupa’ya anlatmakta pek başarı gösterememiş olmakla beraber Avrupa toplumunu iyi bir şekilde anlamada ve anlatmada başarılı olmuşlardır. 1836 yılına kadar dış ilişkilerin yürütülmesinde “Reisülküttap” adı verilen bir kurumsal yapı söz konusuyken dönemin şartları ve gereksinimleri doğrultusunda 2. Mahmut, Reisülküttaplığı bir Dışişleri Bakanlığı haline getirmek üzere Hariciye Nazırlığına çevirmiştir.

2. Mahmut’un 1839 yılında hayatını kaybetmesiyle birlikte devlet yönetiminde büyük bir güç haline gelmiş olan yüksek dereceli memurların etkileri artmış, uzun bir istikrarsızlık ve reform dönemi başlamıştır. Bu durum 2. Abdülhamit dönemine kadar süregelmiştir. Burada Osmanlı Padişahlarının zayıflığı ve yönetime ağırlıklarını koymak istememeleri nedeni ile Sadrazam ve Hariciye Nazırı tüm yönetime hâkim olmuştur. Bu sayede sivil bürokrasi gücünü pekiştirmiştir. Dolayısıyla Padişahla beraber ikinci bir otorite ortaya çıkmaya başlamış ve nihayetinde devlet yönetiminde bir çift başlılık ortaya çıkmıştır.

1699’da Macaristan’ın yitirilmesinden itibaren Osmanlı Devleti siyasi, sosyal, ekonomik ve askeri alanda bir gerileme ve bunalım dönemine girmiştir. Devletin zamanla alıştığı çok taraflı ve sürekli diplomasiyi iyi bir şekilde kullanması yıkılışın uzunca bir süreye yayılmasına yol açmıştır. Bu dönemde Avrupa Devletleri arasındaki çekişmeler de Osmanlı tarafından iyi bir şekilde kullanılmıştır. Devletin son dönemlerine doğru doğu sorunu, azınlıklar sorunu gibi birçok konuda Avrupa’nın kışkırtmaları ve oyunları Osmanlı Devletini güç durumda bırakmıştır. Bu süreçte Osmanlı temsilcileri genel olarak zaman kazanmak ve kazanılan bu sürede devletin toparlanmasını sağlamak amacıyla hareket etmişler bunun sonucunda çoğu zaman tavizkar bir tavır takınmışlardır.

Yıkılma ve dağılmanın kaçınılmaz bir hal aldığı son dönemlerde tahta çıkan Sultan 2. Abdülhamid’in 33 yıllık hükümdarlığı döneminde devletin neredeyse hiçbir toprak kaybı yaşamaması izlenen denge siyasetinin dolayısıyla Osmanlı diplomasisinin ve tabi ki Sultan Abdülhamid’in bir başarısı olarak kabul edilebilir.

Geçmişten bugüne, Osmanlı Devleti’nin duraklamasına dayanak olarak birçok sebep belirtilmiştir. Kimi zaman devletin başına geçen liderlerin beceriksizlikleri, kimi zaman devletin doğal sınırlarına ulaşmış olması bu duruma gerekçe gösterilmiştir. Ancak bu gibi tespitlerin çok da doğru ve yerinde tespitler olduğunu söylemek mümkün değildir.

Avrupa’nın karanlık çağ olarak nitelendirdiği bir dönemde bir Cihan Devleti olan Osmanlı Devleti bu dönem ve sonrasında önemli iç ve dış sorunlarla karşılaşmıştır. Karşılaşılan bu sorunlara yerinde ve zamanında çözümler üretilememesi ve devletin sadece önüne bakarak çevresinde olup biteni görememesi söz konusu duraklamanın ana sebebi olarak görünmektedir. Gerekli düzenlemeler ve düzeltmeler iş işten geçtikten sonra ve çoğu zaman eksik olarak yapılmış ve bu gecikme 600 yıllık koca bir Cihan Devleti’nin parçalanarak yıkılmasına giden yolu açmıştır. Bu tedbirsizliğin nedeni olarak ise Osmanlı Devleti’nin birçok alanda olduğu gibi diplomasi alanında da kendisini yenileyememesini gösterebiliriz.

Diplomasi devletlerin uluslar arası siyasetteki en önemli silahı ve gücü olarak 15. yüzyıldan bu yana yerini almıştır ve günümüz dünyasında da uluslar arası ilişkilerde en önemli unsurlardan biri olarak kabul edilmektedir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki ne geçmişte ne de bugün diplomatik başarıların tek başına varlığı geçici başarılar dışında bir önem arz etmemiştir ve arz etmemektedir. Bu başarıların siyasi irade ile ve askeri ve ekonomik güç ile desteklenmesi gereklidir.

Osmanlı Devleti dönemsel olarak diplomasiyi iyi bir şekilde kullanmıştır. Ancak Devletin iç karışıklıklar ve dış siyasette yaşananlar karşısında, yeterli ve gerekli tedbirleri alamaması sürekli bir diplomatik başarıya engel olmuştur. Bu durum Osmanlı’nın yıkılışının en önemli ve ana sebebinin diplomasideki yansımasıdır aslında: “Çağın gelişim ve değişimlerine zamanında ve gerekli oranda ayak uyduramamak, ihtiyaçları tespit ederek eksiklikleri giderememek.” İşte bu Osmanlı Devleti’ni hem kendi toplumuna hem de diğer toplumlara yabancılaştırdı, önce çağın gerisine itti ve sonra da yıkılış geldi.

Tarihi; bir yargılama ve intikam vasıtası olarak değil, ders alınacak bir yazı tahtası olarak gören ve yeterince faydalanmasını bilen; bir Türk Milleti duasıyla…

Ne Mutlu Türk’üm Diyene!

Kaynakça;


  1. Hadiye Tuncer - Hüner Tuncer , “Osmanlı Diplomasisi ve Sefaretnameler”
  2. Doç. Dr. Oral Sander , “Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü”
  3. Dr. Tahsin Ünal , “Türk Siyasi Tarihi 1–2”
  4. Mustafa Armağan , “Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı”
  5. İlber Ortaylı , “Milletler ve Diplomasi”
  6. Evliya Çelebi, “Seyahatname”