Bu çalışma Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Dergisinin Şubat 2010 sayısında yayımlanmıştır...
OSMANLI DEVLETİ’NDE DİPLOMASİ
Bir Devletler Hukuku
konusu olan “Diplomasi”; milletlerarası ilişkilerin düzenlenmesi ve
milletlerarası münasebetlerin, yapılacak müzakereler yoluyla, yürütülmesi ve
yönetilmesi uğraşısı şeklinde ifade edilebilir. Görünürdeki amaç,
devletlerarasındaki anlaşmazlıkları kuvvet yolu ile değil de barışçıl bir
şekilde çözümlemektir. Bunun yanında uygulamada devletlerin kendi çıkarlarını
masa başında koruma çabası olarak gerçekleşmektedir. Bu iş için devletler, yabancı
ülkelerde elçi adı verilen temsilciler bulundururlar. Bu memurlar, ülkeler
arasındaki resmi ilişkileri temsilci sıfatıyla düzenler, takip eder ve
yürütürler.
Osmanlı
Devleti’nin tarih bilimi ve dünya toplumlarının gelişimi açısından sosyal,
siyasi ve ekonomik yapısı nedeniyle çok önemli bir unsur olduğu, tartışılmaz
bir gerçeklik olarak tüm dünyaca kabul görmektedir. Küçücük bir beylikten,
kıtaları ve denizleri aşan bir Cihan Devleti’ne dönüşen; kudreti, hoşgörüsü ve
adaleti ile dosta güven verip, düşmana korku salan Osmanlının izlediği dış
politika ve bu doğrultuda gelişen Osmanlı Diplomasisi devletin iç siyaseti ve
dünya siyasetinde yaşananlara paralel olarak dönemsel değişimler göstermiştir.
Devletin
gücünü koruduğu dönemlerde tek taraflı ve geçici nitelikte bir diplomasi tarzı
benimsenmişken gerilemenin başlaması ve eski gücün yitirilmesi ile birlikte iki
taraflı ve sürekli diplomasi anlayışı dış ilişkilere hâkim olmuştur. Bu nedenle
“Osmanlı Diplomasi Anlayışı”nı
dönemsel farklılıklar açısından “18.
yüzyıl öncesi” ve “18. yüzyıl sonrası”
olmak üzere iki ana bölüme ayırabiliriz.
- OSMANLI
DEVLETİ’NDE 18. YÜZYILA KADAR DİPLOMASİ (AD HOC DİPLOMASİ DÖNEMİ)
Dünya
toplumları ile birlikte Osmanlı Devleti’nde de uygulanan ilk diplomasi yöntemi “Ad Hoc Diplomasi” yöntemidir. Devletlerarasındaki
ikili ve sürekli diplomatik ilişkilerin tam olarak gelişmediği dönemlerde, tek
yanlı ve geçici nitelikteki bu yöntem diplomatik hayatta etkin olarak
kullanılmaktaydı.
Osmanlı
Devleti bu diplomasi tarzını en geç terk eden Devletlerden biridir. Avrupa
devletleri 15. ve 16. yüzyılda sürekli diplomasiye geçerken, Osmanlı ancak 18.
yüzyıl sonlarına doğru Ad Hoc Diplomasi tarzından tam olarak
ayrılmıştır. Bu döneme kadar yurt dışına sürekli elçiler göndermediği gibi,
yabancı devletlere ait sürekli elçileri de bir iki istisna dışında kabul
etmemiştir. Bunun altında yatan sebep 18. yüzyıla kadar yaşanan süreçte Osmanlı
Devleti’nin ekonomik, sosyal, askeri ve siyasi gücü nedeniyle sözünü geçiren ve
dünya siyasetinde istediğini yapan bir devlet olmasıdır. İşte 17. yüzyıldan
itibaren, imparatorluğun Avusturya karşısında aldığı mağlubiyetler Osmanlının
bu üstünlüğünü olumsuz yönde etkilemiştir. 18. yüzyılla birlikte, ilişkilerde sürekli
diplomasi önem kazanmaya başlar. Bu yüzyıl, Osmanlının yaşadığı güç kaybı
nedeniyle Avrupa sistemine ayak uydurmaya başladığı ve ittifak talep ettiği bir
dönem olarak yaşanır.
İlk olarak Ad Hoc (kısa süreli ve tek taraflı) diplomasiyi
benimseyen Osmanlı Devleti bu dönemde çeşitli nedenlerle bir başka devlet
nezdinde temsilciler bulundurmuş ve görevlendirmiştir.
Literatürde Ad Hoc Diplomasi olarak da adlandırılan tek taraflı ve geçici nitelikteki
bu diplomasi tarzının Osmanlı Devleti’ndeki yansımasını ve genel özelliklerini
şu başlıklar altında açıklayabiliriz:
- Elçilerin
Gönderilme Nedenleri;
İlk dönemlerde
Osmanlı Devletini temsilen yabancı ülkelere gönderilen elçiler başlıca şu
görevleri yerine getirmişlerdir;
1. Arabuluculuk
faaliyetlerinde bulunmak, barış anlaşmaları ya da ticari sözleşmeler hakkında
görüşmelerde bulunmak ve anlaşma veya sözleşmeler imzalamak,
2. Yabancı
devletler ile iyi dostluk ilişkileri kurmak ve var olan dostlukları daha da
geliştirmek,
3. Devlet
alacaklarını ve vergilerini toplamak,
4. Gidilen
devletin Osmanlı Devleti hakkındaki görüş ve politikalarını öğrenmek,
5. Padişahın
tahta çıkışını bildirmek, yeni tahta çıkan yabancı devlet başkanını tebrik
etmek,
6. Padişah
mektupları veya armağanlar götürmek,
7. Kazanılan
bir utku (zaferi) bildirmek,
8. Taç
giyme, düğün gibi törenler için yapılan davetlere katılma veya yapılacak bir
törene (örneğin; sünnet, düğün vb.) yabancı devlet temsilcilerini davet etmek.
Görüldüğü gibi bu görevlerin neredeyse tamamı sürekli bir ilişkiyi
gerektirmeyen ve kısa sürede yerine getirilebilecek niteliktedirler.
- Elçilerin
Seçimi ve Maiyetleri
Osmanlı Devletini
temsilen yurtdışına gönderilecek elçiler titizlikle seçilirdi. Elçilik yapacak
kişinin Devlet geleneklerini, İslam dinini ve Devletin siyasi gereksinimlerini
iyi bilmesi; karakter olarak doğruluk ve dürüstlükten ayrılmayan, barışçıl ve
düzeni saylayabilecek kişilerden olması gerekirdi. Ün, onur sahibi, tercihen
yabancı dil bilen kişiler elçilik için görevlendirilirlerdi. Elçilik görevi
verilenlere dönüşte geri alınmak üzere büyük yetki ve aşamalar verilirdi; Defterdarlık,
Nişancılık, Beylerbeyliği, Kazaskerlik vb. gibi.
Elçiler
genellikle Enderunlular arasından seçilirdi. Bunun yanında savaşta esir olan
gayrimüslimler ile güvenilir ailelere mensup Türkler de elçilik faaliyetlerinde
bulunmak üzere görevlendirilmişlerdir. Bu elçiler gidilecek ülkeye bazen 1000
kişiyi bulan kalabalık bir maiyetle giderlerdi.
Dünden bugüne
baktığımız zaman batı toplumlarına hâkim olan diplomasi anlayışına göre elçi; “yabancı bir ülkeye, ülkesinin iyiliği için,
yalan söylemek üzere gönderilen, dürüst bir kişi” olarak kabul edilmiştir. Osmanlı
Devleti’nin ilk dönemlerinden itibaren devletin son zamanlarına kadar bu tür
bir anlayış yer edinmemiş yalan devlet menfaatleri için dahi başvurulan bir
yol, kullanılan bir araç olmamıştır.
- Nameler, Armağanlar
ve Protokol Kuralları;
Osmanlı
Elçileri yanlarında, gönderildikleri ülke hükümdarına sunulmak üzere namei
hümayun (hümayun name) denilen padişah mektubu ile ülke başbakanına sunulacak
sadrazam mektubunu götürürlerdi. Bunun yanında gittikleri ülkelere değerli
armağanlar götürmeleri zamanla bir Osmanlı geleneği halini almıştı.
Elçilerin
gönderildikleri ülkelerde Cihan Devleti’nin iyi bir şekilde temsil edilebilmesi
ve halk üzerinde unutulmaz bir izlenim bırakabilmeleri için onlara hazineden,
dönüşlerinde geri alınmak üzere, değerli eşyalar ve giysiler verilirdi.
Bunların
yanında Osmanlı Elçileri gönderildikleri ülkelerde, yapılacak görüşmelerde
geçerli olacak protokol kurallarına büyük önem verirlerdi. Genellikle protokol
Osmanlı Devleti elçilerince düzenlenir ve yabancı Devlet temsilcileri de buna uyarlardı.
Bu bilgiler ışığında genel bir
değerlendirme yapacak olursak; Osmanlı Devleti güçlü bir devlet olduğu
ve toprak bütünlüğü ile egemenliği yabancı devletlerce tehdit altında olmadığı
sürece; tek yanlı diplomasi, güç ve üstünlüğün bir göstergesi olmuş ve
Osmanlının yabancı devletlerle arasındaki diplomatik görüşmelerdeki eşitsizlik
açık bir şekilde göze çarpmıştır. Görüşmeler istisnai haller dışında Osmanlı
toprakları üzerinde ve Türkçe olarak yapılmakta bu sayede Osmanlı temsilcileri
daha hızlı kararlar alırken yabancı temsilciler temsil ettikleri devletin
görüşlerini almak zorunda kaldıkları için zaman kaybetmekteydiler.
Başlangıçta
Osmanlı lehine sonuçlar doğuran ve gerileme sürecinin başlaması ile birlikte
aleyhte sonuçlar doğurmaya başlayan tek taraflı ve geçici nitelikteki, Ad Hoc Diplomasi anlayışı gerilemeyi
hızlandıran bir etmen olmuştur. 17. yüzyıldan itibaren eski gücünü yitirmeye
başlayan ve özellikle 18. yüzyılda eski ihtişamını kaybeden Osmanlı Devleti
sürekli diplomasiye geçemediği için yabancı devletlerdeki gelişmeler hakkında
bilgi sahibi olamamış, bu devletlerle ilişki kurmakta başarı gösterememiş ve
netice olarak da; Devlet çıkarlarının yabancı devletler nezdinde korunamaması
sonucu ortaya çıkmıştır.
- OSMANLI
DEVLETİ’NDE 18. YÜZYILDAN İTİBAREN DİPLOMASİ (SÜREKLİ VE İKİ TARAFLI
DİPLOMASİ)
1699 tarihli
Karlofça Anlaşmasına kadar tek taraflı olarak yürüyen Müslüman Osmanlı ile
Hıristiyan Avrupa ilişkileri bu dönemden itibaren karşılılık ilkesine dayalı
bir hal almaya başlamıştır. Batıda 15. yüzyıldan itibaren İtalyan Şehir
Devletleri arasında uygulanan ve kısa sürede diğer batılı devletlerarasında
yayılmaya başlayan sürekli diplomasi anlayışı ise Osmanlı Devleti’nde ilk
olarak Sultan 3. Selim (1789–1807) tarafından benimsenmiştir. Sultan Selim hem
yabancı devletler ile bu devletlerde yaşanan olaylar ve gelişmelere ilişkin
doğru ve güvenilir bilgi sahibi olmak hem de Osmanlı Devleti’nin bu gelişmelere
uzak kalmamasını sağlamak amacıyla Avrupa başkentlerinde sürekli elçilikler
kurma yoluna gitmiştir. 3. Selim’in bu yöndeki girişimlerinde kişisel olarak
batı hakkında bilgi sahibi olmak istemesi ile Devletin içerisinde bulunduğu hal
ve şartlar etkili olmuştur. Çünkü artık Avrupalıların ayrıcalıklar koparmak
amacıyla İstanbul’da sürekli elçi bulundurmak istedikleri dönemler geride
kalmıştır ve Devletin dışa bağımlılığı günden güne artmaktadır.
Yaşanan
gelişmeler sonrasında ilk sürekli Osmanlı elçiliği İngiltere Devleti nezdinde
ve 1793 yılında kurulmuş, atanan ilk sürekli Osmanlı elçisi de Yusuf Agâh
Efendi olmuştur. Böylece Osmanlı Devleti tek taraflı ve geçici diplomasiden,
iki taraflı ve sürekli diplomasiye geçişte önemli bir adım atmıştır.
Ayrıca Osmanlı
Devleti diplomatik ilişkilerinde batı dillerini bilmelerinden dolayı azınlıklardan
özellikle Fenerli Rumlardan yoğun bir şekilde yararlanmıştır. Devlet sınırları
içerisinde yaşayan azınlıklar çevirmenlik, sürekli elçilik kurullarında
memurluk, elçi müsteşarlığı ve hatta elçilik görevlerinde dahi bulunmuşlardır.
Sürekli
diplomasinin genel özelliklerini şu başlıklar altında açıklayabiliriz:
- Yolluk ve
Harçlıklar;
Osmanlı
Devleti Elçilik Kurulu Üyelerine uzun süren yolculukları sırasında yol
masraflarını karşılamak ve gittikleri ülkelerde sürdürecekleri görevleri esnasında
kullanmak üzere memuriyet derecelerine göre yolluk ve harçlık verilir, aylık
bağlanırdı. Ayrıca elçiler yurt dışına ailelerini götürmedikleri için Devlet
tarafından geride kalan ailelere de ihtiyaçlarını karşılayacak miktarda aylık
bağlanırdı.
- Hümayun
nameler (Name-i Hümayun) ve Armağanlar;
İlk
dönem elçileri gibi sürekli Osmanlı elçileri de yanlarında Padişah’ın,
atandıkları ülke hükümdarlarına hitaben yazmış olduğu mektupları da
götürürlerdi. Bunlara Padişah’a ait mektup anlamına gelen “hümayunname (name-i
hümayun)” denilirdi. İşte bu namenin özel bir törenle hükümdara sunulması ile
elçinin görevi resmen başlardı.
Elçiler
görevlerinin bitiminde Padişah’a sunulmak üzere görev yaptıkları ülke
hükümdarına ait bir name getirirlerdi. Bu namede yabancı devlet başkanının
elçilik faaliyetleri ve karşılıklı ilişkilerle ilgili görüş ve düşünceleri yer
alırdı. Osmanlı Padişahı da görevini tamamlamış olan elçiye yardımlarından
dolayı ilgili devlet hükümdarına bir teşekkür mektubu yazardı.
Osmanlı
Devleti’nin kuruluş döneminden itibaren elçiler gönderildikleri devletlerin hükümdarlarına,
bunların eşleri ve yakınlarına ve bazı yüksek dereceli görevlerde bulunan devlet
adamlarına verilmek amacıyla değerli armağanlar götürürlerdi. Bu durum uzun
yıllar değişmemiş ve köklü bir Osmanlı töresi haline gelmişti. Bu armağanların
bedeli Hazine tarafından ödenir ve tutulan armağan defterine kaydedilirdi. Bu
gelenek son kez 1802 yılında Paris Elçiliğine atanan Halit Efendi tarafından
yerine getirilmiş ve sonrasında terk edilmiştir.
- Elçilerin
Görevleri;
Bir yabancı
devlete Osmanlı Devleti’ni temsil etmek amacıyla gönderilen elçilerin
görevlerini; görevli oldukları ülkede yaşananları gözlemek, izlemek ve
edindikleri bilgileri raporlar halinde bildirmek şeklinde ifade edebiliriz. Elçiler
bu görevleri çerçevesinde bulundukları ülkelerdeki basın ve yayın organlarını
takip edip çıkan haberlerin çevirilerini de raporlar halinde gönderirlerdi.
Gönderilen raporlarda kendi görüşlerine de yer veren elçiler Osmanlı’nın
yabancı ülkeler ile kurduğu ilişkilerde en önemli unsur olmuşlardır.
Elçiler
yukarıda sayılan görevlerle beraber gönderildikleri ülkelerdeki sosyal kurum ve
kuruluşlar ile söz konusu devletin teknik ve bilimsel gelişmişlik düzeyini de
takip etmek ve gittikleri ülkelerin dilini öğrenmekle de
görevlendirilmişlerdir.
Sonuç olarak; görüldüğü gibi Osmanlı
Devleti, ilk dönemlerden itibaren başka ülkelerin askeri durumuna ve sosyal
güçlerine göre diplomatik ilişkilerini kurmuş, kurulan bu ilişkilerde
Osmanlının iç siyasi durumu ile birlikte karşısındaki devletin de gücü önem arz
etmiştir. 18. yüzyıla kadar Osmanlı Devleti’nin Avrupa Devletleri karşısında
kullandığı mücadele yöntemi en başta toplumlara göstermiş olduğu hoşgörü ve
anlayış, savaşlarda kazanılan başarılar ve yabancı devletler arasındaki
çekişmeler olmuştur. Ancak 18. yüzyıl ve sonrasında Osmanlı iç ve dış
etkenler nedeniyle, Avrupa’da savunmaya çekilmiş ve devletin varlığını devam
ettirmenin artık ittifaklar ile mümkün olduğunu anlayarak sürekli ve yerleşik
diplomatik temsilcilikler kurmuştur. Günümüz anlamında diplomasinin ilk olarak
bu değişimlerin yaşandığı dönemde başladığını söylemek mümkündür.
Osmanlı
Devleti Sultan 3. Selim döneminde sürekli ve karşılıklı diplomasiye geçerken
eski ve geleneksel diplomasi anlayışından tam olarak kopamamış bunun sonucunda
da Avrupa’nın diplomasi teamüllerine uyum konusunda sorunlar ortaya çıkmıştır.
Avrupa’nın iyice yerleşmiş diplomasisi karşısında Osmanlı bir bocalama dönemi
geçirmiştir. Bu bocalama döneminde elçiler; güvenilirliği tartışmalı
tercümanlar, İstanbul ile kurulacak iletişimde yaşanan aksaklıklar, mali
zorluklar ve Avrupa’nın Osmanlı çıkarlarını ciddiye almaması gibi olumsuz
şartlar nedeniyle çok da başarılı olamamışlardır.
Söz konusu
tercüme sıkıntısını aşmak üzere 1830’dan itibaren büyümeye ve önem kazanmaya
başlayan Tercüme Odası kurulmuştur ve 1841 yılına gelindiğinde bu oda otuzun
üzerinde memura sahip olmuştur. Ayrıca Tercüme Odası sonraki yıllarda kurulacak
Hariciye Nazırlığı’nın da alt yapısını oluşturmuştur.
Sultan 3.
Selim’in tahttan inmesi ile kesintiye uğrayan elçilik faaliyetleri 2. Mahmut
ile yeniden gündeme gelmiş ancak kişisel ilişkiler nedeniyle yetenekli
kişilerin görev başına gelememesi durumu ortaya çıkmıştır. Bu dönemde görev
yapan elçiler Osmanlıyı Avrupa’ya anlatmakta pek başarı gösterememiş olmakla
beraber Avrupa toplumunu iyi bir şekilde anlamada ve anlatmada başarılı
olmuşlardır. 1836 yılına kadar dış ilişkilerin yürütülmesinde “Reisülküttap”
adı verilen bir kurumsal yapı söz konusuyken dönemin şartları ve gereksinimleri
doğrultusunda 2. Mahmut, Reisülküttaplığı bir Dışişleri Bakanlığı haline
getirmek üzere Hariciye Nazırlığına çevirmiştir.
2. Mahmut’un
1839 yılında hayatını kaybetmesiyle birlikte devlet yönetiminde büyük bir güç
haline gelmiş olan yüksek dereceli memurların etkileri artmış, uzun bir
istikrarsızlık ve reform dönemi başlamıştır. Bu durum 2. Abdülhamit dönemine
kadar süregelmiştir. Burada Osmanlı Padişahlarının zayıflığı ve yönetime
ağırlıklarını koymak istememeleri nedeni ile Sadrazam ve Hariciye Nazırı tüm
yönetime hâkim olmuştur. Bu sayede sivil bürokrasi gücünü pekiştirmiştir.
Dolayısıyla Padişahla beraber ikinci bir otorite ortaya çıkmaya başlamış ve
nihayetinde devlet yönetiminde bir çift başlılık ortaya çıkmıştır.
1699’da Macaristan’ın
yitirilmesinden itibaren Osmanlı Devleti siyasi, sosyal, ekonomik ve askeri
alanda bir gerileme ve bunalım dönemine girmiştir. Devletin zamanla alıştığı
çok taraflı ve sürekli diplomasiyi iyi bir şekilde kullanması yıkılışın uzunca
bir süreye yayılmasına yol açmıştır. Bu dönemde Avrupa Devletleri arasındaki
çekişmeler de Osmanlı tarafından iyi bir şekilde kullanılmıştır. Devletin son
dönemlerine doğru doğu sorunu, azınlıklar sorunu gibi birçok konuda Avrupa’nın
kışkırtmaları ve oyunları Osmanlı Devletini güç durumda bırakmıştır. Bu süreçte
Osmanlı temsilcileri genel olarak zaman kazanmak ve kazanılan bu sürede
devletin toparlanmasını sağlamak amacıyla hareket etmişler bunun sonucunda çoğu
zaman tavizkar bir tavır takınmışlardır.
Yıkılma ve
dağılmanın kaçınılmaz bir hal aldığı son dönemlerde tahta çıkan Sultan 2.
Abdülhamid’in 33 yıllık hükümdarlığı döneminde devletin neredeyse hiçbir toprak
kaybı yaşamaması izlenen denge siyasetinin dolayısıyla Osmanlı diplomasisinin
ve tabi ki Sultan Abdülhamid’in bir başarısı olarak kabul edilebilir.
Geçmişten
bugüne, Osmanlı Devleti’nin duraklamasına dayanak olarak birçok sebep
belirtilmiştir. Kimi zaman devletin başına geçen liderlerin beceriksizlikleri,
kimi zaman devletin doğal sınırlarına ulaşmış olması bu duruma gerekçe
gösterilmiştir. Ancak bu gibi tespitlerin çok da doğru ve yerinde tespitler
olduğunu söylemek mümkün değildir.
Avrupa’nın
karanlık çağ olarak nitelendirdiği bir dönemde bir Cihan Devleti olan Osmanlı Devleti
bu dönem ve sonrasında önemli iç ve dış sorunlarla karşılaşmıştır. Karşılaşılan
bu sorunlara yerinde ve zamanında çözümler üretilememesi ve devletin sadece
önüne bakarak çevresinde olup biteni görememesi söz konusu duraklamanın ana
sebebi olarak görünmektedir. Gerekli düzenlemeler ve düzeltmeler iş işten
geçtikten sonra ve çoğu zaman eksik olarak yapılmış ve bu gecikme 600 yıllık
koca bir Cihan Devleti’nin parçalanarak yıkılmasına giden yolu açmıştır. Bu
tedbirsizliğin nedeni olarak ise Osmanlı Devleti’nin birçok alanda olduğu gibi
diplomasi alanında da kendisini yenileyememesini gösterebiliriz.
Diplomasi
devletlerin uluslar arası siyasetteki en önemli silahı ve gücü olarak 15.
yüzyıldan bu yana yerini almıştır ve günümüz dünyasında da uluslar arası ilişkilerde
en önemli unsurlardan biri olarak kabul edilmektedir. Ancak şunu da belirtmek
gerekir ki ne geçmişte ne de bugün diplomatik başarıların tek başına varlığı
geçici başarılar dışında bir önem arz etmemiştir ve arz etmemektedir. Bu
başarıların siyasi irade ile ve askeri ve ekonomik güç ile desteklenmesi
gereklidir.
Osmanlı
Devleti dönemsel olarak diplomasiyi iyi bir şekilde kullanmıştır. Ancak
Devletin iç karışıklıklar ve dış siyasette yaşananlar karşısında, yeterli ve
gerekli tedbirleri alamaması sürekli bir diplomatik başarıya engel olmuştur. Bu
durum Osmanlı’nın yıkılışının en önemli ve ana sebebinin diplomasideki
yansımasıdır aslında: “Çağın gelişim ve
değişimlerine zamanında ve gerekli oranda ayak uyduramamak, ihtiyaçları tespit
ederek eksiklikleri giderememek.” İşte bu Osmanlı Devleti’ni hem kendi
toplumuna hem de diğer toplumlara yabancılaştırdı, önce çağın gerisine itti ve
sonra da yıkılış geldi.
Tarihi; bir
yargılama ve intikam vasıtası olarak değil, ders alınacak bir yazı tahtası
olarak gören ve yeterince faydalanmasını bilen; bir Türk Milleti duasıyla…
Ne Mutlu
Türk’üm Diyene!
Kaynakça;
- Hadiye Tuncer - Hüner Tuncer , “Osmanlı Diplomasisi ve Sefaretnameler”
- Doç. Dr. Oral Sander , “Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü”
- Dr. Tahsin Ünal , “Türk Siyasi Tarihi 1–2”
- Mustafa Armağan , “Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı”
- İlber Ortaylı , “Milletler ve Diplomasi”
- Evliya Çelebi, “Seyahatname”